Utopos‘un sevgili Suat Bey‘den sonra ikinci misafirini de ağırlamaktan şeref duyduğumu belirterek söze girişeyim. Aziz dostum Virgilius Bey meşguliyetinin ağır olduğu bir döneminde Utopos için bir yazı kaleme almayı kabul etti büyük bir incelik göstererek. Kendisine bütün samimiyetimle teşekkür ediyorum. Utopos biraz daha zenginleşti (ve renklendi) sayesinde, sağolsun. Ütopya üzerine edilecek sözler bitmez, bitmemeli de zaten. Bizimkisi bir değil bin değil milyon kazan çorbada bir tutam tuzdan öteye gitmez, lâkin tuzsuz çorba da birşeye benzemez, hak verirsiniz. (Başlığın ve dipnotların büdütörümüze ait olduğunu belirtmem gereksiz sanırım –ama bunu derken belirtmiş oldum tabii.)
***
– Alo?
– Abi ne haber?
– İyi. Sen nasılsın?
– İyiyim ben de. Müsait misin, sesin kötü geliyor. İşin varsa sonra ararım.
– Yoo, uyuzlanıyorum. Domuz domuz oturduğum akşamlardan biri.
– Hmm, o zaman çok vaktini almadan kısa keseyim. Abi, Ahmet Hamdi’nin “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü mutlaka okumalısın. Sana bir şey tavsiye etmek haddime değil ama bu kitap tam sana göre. Hem çok komik, ne çok ironik, hem de çok derin mesajları var satır aralarında. Bir an önce okumanı ve sonra da kitap hakkında seninle tartışmayı çok isterim.
– Çok duydum methini ama sıra gelmiyor ki. Hep bir ara okuyayım diyorum, gene kaçıyor.
– Neyse, ben almayayım fazla vaktini. Bunu söylemek için aramıştım.
– Yok canım, hiçbir şey yapmıyorum, salak salak oturuyorum öylesine. Okul nasıl gidiyor?
– Gayet güzel, şimdi Thomas Paine’ın “Commonsense”ini (Sağduyu) okutuyorum çocuklara, abi, harika bir kitap bu.
– Öyledir, alıntılarıyla, üslubuyla, işlediği konusuyla büyük bir ivme kazandırmıştır Amerika’nın bağımsızlığında.
– Aynen öyle, ve tabii ben orijinalinden okutuyorum çocuklara, senin berbat dediğin çeviriden değil. Üstelik dili o kadar basit, ağdasız ve sade ki. Yarattığı büyük etki de bundan zaten, o dönemde herkes okuyabilsin diye bu kadar yalın yazmış adam.
– Üç ayda 100.000 nüsha satılmış bildiğim kadarıyla.
– 150.000 abi, geçenlerde Commonsense ile ilgili bir makalede bahsediyordu, bugünün Amerika’sında, kitabın yazıldığı tarihteki nüfus oranı, okuryazarlık durumu, basım, reklam ve ulaşım imkânları açısından kıyaslanırsa üç ayda sekiz milyon satan bir kitaba denkmiş 150.000 sayısı.
– Vay be, Amerika boşuna bağımsızlığını kazanmamış yani İngiltere’den.
– Ayrıca, Paine’in hayat hikayesini de merak edip araştırdım ve kanaat getirdim ki Amerikalıların Mehmet Akif’iymiş bu adam.
– Nasıl yani?
– Adam yazdığı kitapların, Commonsense de dahil buna, hiçbirinden tek kuruş para almamış, eline geçen tüm geliri bağımsızlık için savaşan Amerikan ordusuna bağışlamış. Savaş sırasında da cephe cephe dolaşıp askerlere vaazlar vermiş, onları İngilizlere karşı motive etmiş, zira başlangıçta halktan kimse İngilizleri yenip bağımsızlıklarını kazanacaklarına inanamıyormuş. Üstelik biliyor musun, sefillik içinde ölmüş sonunda. Böyle de değişik bir dava adamı işte.
– Bunlardan haberim yoktu, çok ilginç…
– İşte öyle abi. Neyse, fazla gevezelik ettim, çok uzattığımın farkındayım.
– Yok canım. Ya, ben de sana bir şey sorayım. İçinde bulunduğun entelektüel, akademik çevreye göre güzel güzel cevap ver ama.
– Abi senden iltifat almak ne büyük mutluluk bilsen! Dinliyorum.
– Tamam, uzatma, hak edersen iltifat da alırsın benden. Şimdi söyle bakalım, ütopya nedir?
– Tanımını biliyorsundur sen de abi. Neyini soruyorsun, Thomas More’u mu yoksa?
– Hayır, senden duymak istediğim ütopya kavramının sendeki ilk çağrışımı.
– Olmayan ülke.
– Buradaki sözcük oyunundan habersiz değilsin ama, Thomas More “eutopia”, yani güzel yer ve “outopia”, hiçbir yer sözcüklerini karıştırmış ve ortaya “utopia” çıkmış. Yani aslında ikisine de vurgu var; hem güzel bir yerden, hem de var olmayan bir yerden bahsediyoruz değil mi?
– Evet, öyle diyebiliriz.
– Şimdi, akıl yürütmeye devam edelim: Ütopya, bir idealden ibaret değil mi?
– Evet abi.
– Peki, buraya döneceğiz. Şimdi başka bir şeyi ele alalım. Gayb nedir güzelim?
– Gayb mı? Bilinemeyen âlem, algılanamayan ama var olan âlem.
– Algılanamıyorsa, reel de değildir o zaman, en azından somut, fiziksel olarak var olduğu konusunda ispatı mümkün değil. Sadece inanmakla var edebiliyoruz içimizde. Gaybın var olduğuna inanıyoruz, yani gayb âlemindekileri var kabul ediyoruz.
– Hmmmm… Kutsal olguları bu şekilde ele almak konusunda kararsızım abi.
– Şurada fikir jimnastiği yapıyoruz. Benim gibi düşünmeye çalışmanı istiyorum sadece, bakalım aynı yere çıkacak mısın diye.
– Dinliyorum.
– Şimdi, inanan insan, her şeyin başında, aslında gayba inanan kişidir. Kelimeye dikkatini çekerim, bilen değil, anlayan değil, gören veya duyan değil; inanan. Neye inanan? Gayba inanan. En büyük gayb nedir? Tanrıdır her şeyin başında. Kuran’da nasıl geçtiğini anımsatayım sana, peygamberimize tabi olanları övmek için “onlar gayba inanırlar” deniliyor. Görmeden, hiçbir duyu organıyla algılamadan inanmak bu, yani aslında insan ‘mevcudiyetine dair somut hiçbir delile sahip olmadığı’ bir şeye inanıyor. Zaten beklenen ve Tanrı tarafından istenen de bu değil mi? Örnek olarak İsa’yı düşünelim. Çarmıh hadisesinden sonra dirilir, ortalarda gezinmeye başlar. Mecdelli Meryem’e ve birkaç tane daha havarisine görünüyor, bunlar öteki havarilere anlatıyorlar, içlerinden Thomas ötekilere ‘O’nu yaralarıyla karşımda görmezsem inanmam’ diyor. Sonra İsa Thomas’ın karşısına çıkıyor ve böğründeki, ellerindeki yaraları gösteriyor, Thomas’a da şöyle sitem ediyor: “Beni gördüğün için mi iman ettin? Görmeden iman edenlere ne mutlu!” Görmeden iman etmekten bahsediyor ki, zaten bu gayba imandan farklı değil. Bu inandığı gayb, aslında –doğası gereği tanrısallık, kutsallık olduğu için– en mükemmel durum, en kusursuz yer. Her şeyin en güzeli. Cennet mesela. Bu bağlamda, benim güzel kardeşim, ben cenneti ütopyaların en temeli, en özgünü ve arketipi olarak görüyorum.
– Oovvv… Abi, yanlış anlama ama sen spekülasyon yapıyorsun.
– Ne demek lan o! Siktirme lan spekülasyonuna it herif! Nasıl konuşuyorsun sen benimle öyle!
– Abi özür dilerim, bu aralar okuduğum birkaç makalede bu kelimeyle çok karşılaştım, ağzıma yapıştı, çok sık kullanır oldum. Kızma ya.
– Göte* bak, anlattıklarım spekülasyonmuş. Sensin spekülasyon!
– Hah aha aha ha, abi tamam ya, valla fark etmedim. Lütfen devam et.
– Neyini beğenmedin bu yorumun da aşağıladın, söyle bakalım.
– Abi beğenmemek değil, ama ütopya ile bağdaştırılamayacak bir yorumlama seninkisi. Bir kere ütopyanın temelinde sosyolojik bir eleştiri yatar. Yani, Platon da, Thomas More da, Bacon da hep içinde bulundukları toplumu eleştirmek için bir ütopya yaratmaya girişirler ve bunu da edebi bir kurgu ile yaparlar. Amaç sosyal yapının, insan ilişkilerin, politik organizasyonun tenkididir, diğer bir değişle ütopya bir gaye güdülerek yazılır. Kara ütopyalarda da durum aynı, Orwell’in “1984”ü ya da Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı gene gelecekte var olacağını öngördükleri sorunlara dair eleştirel nitelikte eserler. Senin yaklaşımın ütopya kavramına uygun değil.
– Hmmm, demek öyle. O zaman şu açıdan yaklaşalım, farklı bir şey söyleyeceğim şimdi: Hesiod’un Altınçağ hakkında yazdıklarından, Hinduizm’deki manvantara’nın Krita Yuga’sı, yani Altınçağ’ına kadar, hep bir mükemmel çağ hayali ve beklentisi var.
– Eyvah, çok derinlere gireceksin korkarım, Hesiod, Altınçağ filan.
– Sus ve dinle. Dinler tarihine bakacak olursan, ütopik bir beklentinin tüm inanç doktrinlerini sarmaladığını görürsün; mütemadiyen sosyal bozulmadan, yozlaşmadan bahsedilir, suçlar artar, ahlaksızlığa prim verilir, toplum çözülür filan, klasik apokaliptik tasvirleri bilirsin sen de. İşte, hep böyle bir durumda bir lider, ruhani bir varlık beklenir ki, düzen kurulsun, o kişinin kuracağı disiplin ile kötülüğe pranga vurulup dünyaya iyilik hakim olsun. Hafızanı yokla, bu beklentiler ışığında Hıristiyanlar’ın mesihi İsa dünyaya inecek ve millennium dönemi başlayacak, Yahudiler’in Mesih olarak gelmesini bekledikleri Davud peygamber tekrar İsrail Krallığı’nı kuracak, Müslümanlar Mehdi’yi bekliyor zaten. Bu arada Hindular Avatar’larının gelip Kali Yuga’ya son vermesini diliyor, döngünün başına geçip Krita Yuga’ya ulaşmayı bekliyorlar. Mecusiler’de Saoşyant tıpkı İsa Mesih gibi bir karakterdir, apokalipsin sonunda gelir ve kaosa son verir. Eski Mısırlılarda da Osiris bu görevi yerine getirecekti güya. Daha fazla uzatmayayım, bütün bu örnekler senin en baştaki tenkidine, şu ‘spekülasyon’ aşağılamasına bir yanıt değil mi?
– Offf abi aşağılamadım ya, ne haddime. Hayır abi, ütopya, doğası gereği kurgu olmak zorunda. Bu anlattıkların kutsal olgular, ütopya ise bir kişinin kafasından çıkar, bunu eleştirel bir tarzda kaleme alır ve aslında bu kurgu ile okuyanlara mesaj verir. Kutsalı ütopya olarak göremezsin.
– İsa Peygamber’den bir alıntı yapayım sana, Matta İncili’ndeki duasından: “Göklerdeki Babamız! Melekûtun gelsin, Semada olduğu gibi, arzda da senin krallığın hâkim olsun.” Yeni tarihli çevirilerde egemenlik diye geçiyor, hâlbuki İngilizce “Thy Kingdom Come” cümlesinin en güzel çevirisi, muhatabı tanrı olduğundan hareketle yapılmalı, “Melekûtun gelsin” yanılıyor muyum?
– Melekût neydi, melekler âlemi mi?
– Hayır ya, kutsal krallık anlamına gelir. Hatta Osmanlıca-İngilizce sözlükte bu kelime spritiual/divine kingdom olarak karşılık buluyordu.
– Öyleyse daha iyi egemenlik sözcüğünden.
– Güzel, bana katılıyorsun yani. Peki, bu dua cümleciğinde nasıl ütopik, hayali bir dünya beklentisinin saklı olduğu konusunda da hemfikirsin değil mi?
– Abi, anlamıyorsun. Yani, seni kızdırmak istemiyorum ama, nasıl söylesem, çok ciddi bir kavram kargaşası yaşıyorsun sanki… Her şeyden önce senin yaptığın, kutsal kavram ve olguları, beşeri anlayışla çevrelemeye çalışmaya benziyor, sen değil misin bana “kutsal anlaşılamaz, kavranamaz, inkâr da edilemez veya yalanlamak da mümkün değildir, kutsala ya inanırsın, ya da kutsalı reddedersin, o kadar” diyen? Bilakis ütopya dediğimiz şey tamamen insan elinden çıkan bir sosyal kritisizm yoludur. Bir türdür, tamamıyla spesifik bir janr söz konusu. Thomas More’dan, Platon’dan sıyrıl, mesela Montesquieu’nun “İran Notları”nı hatırlarsan nasıl ütopik bir anlatım olduğu ve gerçekte içinde yaşadığı topluma yönelttiği eleştirileri görebilirsin orada. Abi, sen yanlış yoldasın ya.
– Demek öyle. Demek artık beni beğenmiyorsun.
– Abi allahaşkına abartma, sen benim idolümsün, ama madem sordun fikrimi, ben de anlatıyorum işte.
– Ya itiraf edeyim ki biraz zorladım ben de kendimi başladığım noktadan sana anlattığım sonuca varmak için, ama ne bileyim, çok sıra dışı ve orijinal geldi ilk anda bana.
– Abi lahanayı elmaya çevirmeye çalışmak gibi bir şey seninkisi. Bana biraz secular millenarianism’i, yani laik binyılcılık’ı çağrıştırdı, daha önce böyle bir şeyler okumuştum, Amerikalı birkaç kişi vardı bunu savunan ama detaylı bilmiyorum.
– Benden önce düşünmüşler yani bunu. Gene geç kaldım desene.
– Hahah aha, abi, gece gece nereden çıktı bu konu ya?
– Çatlak ve saygıdeğer bir dostum var**, ütopya hakkında bir yazı istedi, düşüncelerimi öğrenmek için. Ama, ama… kardeşim olacak insan beğenmedi… İbne***, iki kitap okudun, azıcık akademisyen oldun diye burnundan kıl aldırmıyorsun artık. Düşersin elime sen.
– Canım abim, olur mu ya öyle şey? Pazar sabahı kahvaltıya gelsene bize, çocuklar özledi seni. Hem rahat rahat küfür de edersin bana, yüzüme karşı 🙂
– Kızı değil de oğlanı özledim ben de, ama heyhat güzelim, hatuna giderim gene haftasonu. Doluyum.
– Ya ben de onu soracaktım. Geçenlerde baktım bloguna, eski bir yazında Commonsense’ten bir alıntı vardı, onu okuyacaktım. O sırada gözüme çarptı, sıkıldığını yazmışsın hatundan. Gene de görüşmeye devam ediyorsun yani, öyle mi?
– Oğlum berbat bir ikilem içindeyim, sıkıldıkça seviyorum, sevdikçe sıkılıyorum ya****. Tam boka***** batmış haldeyim anlayacağın.
– Abi sen bu hallere düşecek adam mıydın ya? Süpermiş valla.
– Çok uzattık konuşmayı farkındayım ama sana bugün başıma ne geldi onu anlatayım da öyle kapatalım bari. Metro istasyonunda bekliyorum, baktım iki hatun geliyor bana doğru, ama nasıl güzeller, ikisi de sarışın, hem de çakma değil. Cillop gibiler, tipleri, yuvarlarları… Biraz yaklaşıp iki metre kadar ötemde durdular, ikisi de renkli gözlü, bildiğin barbi bebekler ama, 23-24 yaşlarında. Sinir içinde, bıcır bıcır konuşuyor biri, öteki de dinlediklerine başını sallayıp duruyor. Kulak verdim, konuşan, Bulgar göçmenlerininkine kayan bir aksanla diyor ki: “Bir de soydaşlara yardımcı oluyoruz diyorlar, yalan ya, öğrenci kartımda, tüm okul belgelerimde var işte, ama hayır, olmuyor diyorlar, illa çıkış yapacakmışım sınırdan, üç ay sonra gene gelecekmişim, niye bunu yapıyorlar ki bana? Sordum, bu git-gel işkencesinden kurtulmak için ne yapmam lazım diye. Bir türk vatandaşıyla evlenmeniz lazım dediler. Zorla anlaşmalı evlilik yaptıracaklar ya bana. Şeytan diyo yoldan bir adam çevir, git evlen.” Var ya, içim titredi o an, nefesim tutuldu, kıza dönüp ciddi ciddi “beni mi arıyordunuz?” demeyi düşündüm. Kafamda da hemen kurdum o sırada, bu Türkçe konuşan rus afete karşı bir sorumluluğum olmaz, hatunumla mutlu mesut beraberliğime devam ederim, ama bu çıtırla anlaşmalı evliliği para üzerinden değil, seks için yaparım, haftada bir vermezsem seni boşarım derim. Tabii sadece hayal ettim bunları, bu da benim için günün ütopyasıydı işte güzel kardeşim.
– Hahaha ahaa aha, abi, bu anlattığın ütopya d-e-ğ-i-l! Tanıma aykırı bir kere, böyle ütopya olmaz, sen ütopyanın ne olduğunu hala anlamadın bence. Neden anlamıyorsun onu da ben anlamadım ama hayır, ütopya bu değil. Kurguladığın olsa olsa cennet hayali olur 🙂
– Öfff ya, sana da, senin ütopya tanımına da, bilumum ütopyalara da…
– Ya metrodaki huriye abi? Ya huriye?
– Canı cehenneme o hurinin. Melek gibi hatun varken, huriyi ne yapayım?
– Ooooooo! Güzel laftı bu… Biri melek, biri huri. Sen meleği seçtin.
– Neyse, oralara fazla girme. Hadi iyi geceler, öptüm kulağından.
– Ben de her yerinden öptüm abi, heh heh.
– Siktir!****** Hiçbir ütopyamı beğenmedin ama ne yapayım ki başka kardeşim yok.
– İyi geceler abi.
(*) Şair burada Goethe‘yi tanıklığa çağırmaktadır.
(**) İkincisini bilmem ama ilk sıfattan çok hoşlandım, teşekkür ederim dostuma. Verili dünya karşısında bir masumiyet zırhı olarak çatlaklık işlevsel, iyi birşeydir bana kalırsa.
(***) Şairin burada bir kategorizasyon çabasından bahsetmek ne derece mümkindir, bunun değerlendirmesini okura mı bırakmalıdır ey büdütör? Bilemedim.
(****) İkilem (nam-ı dîger dilemma) bahsi açıldıkta büdütörümüzün kalbi sıkışmakta, tansiyonu yükselmektedir. Bunun sebebi, kendisinin, ikilemsiz bir dünyanın mümkün olup olmadığı hususunda her seferinde ikileme düşüyor oluşudur.
(*****) Bizim orada politik doğruculuğa “siktir git bi işine!” derler hakim beg.
(******) Şair burada ettirgen çatılı bir fiil kullanımı için örnek vermek istemiştir. Vermiştir.
Biraz içtim, hayır, kendimi kaybedecek kadar değil; “bir ben vardır bende, benden içeri” demiyorum tabii, ama kafam iyi Passive, yalan yok;) Seninle yazışalı kaç gün oldu? İşte o kadar zaman yazını arkamda sürükledim. Değil, merkeze kendini koymamalı insan(!), işin aslı yazının arkasında sürüklendim. İyi bilirsin, merkeze kendini koymayınca sorumluluğun da azalır. Ben sorumluluğa ne çok inanırım oysa. Yazmıştım önceden, çok çok sinirlenerek; hiçbir hikâyenin açıklaması yoksa -bizimle ilgili- ah, tanrı yoksa sahi, neden iyiyiz? Neden Omelas’ı bırakıp bırakmamakla, o terk edişle böylesine ilgiliyiz? Vicdan dediğimiz – nasıl şekilleniyor eciş bücüş vücutlarımızda? Niye herkeste aynı etkiyi yaratmıyor? Of, nasıl da haklısın tüm şehir kokuyor, soğuk kokuyu azaltıyor, o soğuğu biliyorum Passive, seni kendimden biliyorum. Her şeyi kendinden bilir insan, kadın erkekle tanımlanır, soğuk sıcakla, gitmeyi seçen kalanla. Adem’in umursamaması, “kendini bilmemesi”, kendine zulmetmesi aslında, tüm insanlığa. Şimdi; din, mitoloji vs. vs., söyleneni yapsaydı cennetten kovulmazdı derken, Heidegger de özgür filan değilsin, ölüm kapıda, bırakıldın ve “kendini yeniden yap”, demiyor mu? Ben ikisinden de bir şey anlamıyorum, İsa’nın benim yerime acı çekmesinde de (uzun süredir onu okuyorum), Muhammed’in sakinleştirilmiş sesinde de (sen değil, sen değilsin Muhammed, sen tanrının elçisisin, ama insan cahildir, zalimdir, nankör(?) ve kendini bilmezdir, nereye kaçıyorsun?) bana huzur verecek bir şey yok. O çocuk orada, bu onun özgür iradesiyle olmadı, İsa kurulmuş bir figürdü, o çocuk öylesine çıktı karşımıza, şimdi ellerimizi yıkayacak su kalmadı. O bahsettiğin Merkez efendi nasıl iman etmiş bir insan, bilsen, ve evet, ben o imanı bilmiyorum. Her şeyi merkezinde bırak, çocuğu karanlık odasında, elmayı dalında, sonra da vicdanını kolla, işte ben o unutuşu bilmiyorum.
“Çünkü vicdanın yüzü, eşyanın hakikatine en yakın temasta olan yönümüze dönüktür.”, bunu sen demişsin, bu akşam telefonda hakikat ve gerçek arasındaki farkı konuştum kısacık. Canım sıkılıyordu. Hakikati kalbime koyduysa tanrı ve ben geceleri daha çok inanıyorsam (çünkü gündüz inanç azalır) ona, vicdanımı nereye çevireceğimi bilemem, çokça şaşarım. Hakikat, bir pusula gibi değil, vicdanı hemen kendisine çevirecek kadar güçlü değil, hakikat bilmekle mümkün, bilmek o kadar kolay değil.
Passive, canım, ara sıra sağlam laflar eden sarhoş biri olsam kesin şöyle derdim; soğuğu seviyorsun, peki üşümüyor musun gerçekten?
Çok geç oldu, ezan okunuyor ve köpekler susmadı. Bir gideyim yatağıma, gerisi gelir. Boşluk, uykuyla doluyor. Rüyamda kendimi bir kelebek olarak görsem, uyandığımda bir kelebek olmadığımdan, kendimi bir insan olarak düşlemediğimden emin olmasam… Çooook eskiden Hüsnü Arkan’ın Ölü Kelebeklerin Dansı romanını okumuş ve sevmemiştim. Gerçeği yadsıma türlü türlü şekillerde karşımıza çıkıyor, Freud haklı tabii.
İyi ki bu yazıyı yazdın.
Çok sarıldım.