?-topia

“Hiçbir ütopya, toplumun bütün bireylerine sonsuza dek tatmin sağlayamaz.

Maddi şartları iyileşen insanlık, gözünü daha yükseklere diker, bir zamanlar rüyasında bile göremeyeceği güç ve mülke burun kıvırmaya başlar. Dış dünya onlara her şeyi sunmuş olsa bile, insanların akıllarındaki sorular ve kalplerindeki özlem susmak bilmez. (…)”

Bilimkurgunun büyük ustalarından Arthur C. Clarke‘ın “Çocukluğun Sonu” adlı kitabındaki bu satırlar, çok temel bir hususa işaret ediyor: İnsan, yetinmez. İnsanın “daha”ya/”öte”ye yolculuğunun sonu yoktur. Ütopya gerçekleşebilse[ydi] bile gerçekleştiği anda yeni bir ütopyaya çağrının sıkıcı üssü haline gelir[di]. O yüzdendir ki ütopya ile distopya arasında –şu bir zamanlar çok moda olan nitelemeyle– diyalektik bir ilişki/ilinti vardır.

Bunun ötesinde, ütopya aslına bakılırsa son derece tehlikeli bir düşünce deneyidir. İnsanlığın iyiliği, maddi ve manevi gönenci, varoluşsal devrimi yolunda tahayyül edilen cennetin yerine birdenbire karşınıza çıkan cehenneme düşüvermenin kestirme yoludur. Totalitenin entelektüel izdüşümüdür, düşünsel bir bumerangtır.

Kitabın arka kapağında “Çocukluğun Sonu, ütopya ve distopya arasındaki ince çizginin ta kendisi.” demişler. Bence ütopya ile distopya arasında ince çizgi falan yok; her ütopya, potansiyel bir distopyadır “son tahlilde”.

Altı yıl sonra bu en sevdiğim blogda hangi eski e-tanış ziyaretime gelir bilmiyorum. Olsun, ben yazayım da 🙂

(*) Arthur C. Clarke, “Çocukluğun Sonu”, çev: Ekin Odabaş, İthaki Yayınları, 2016, s. 103.

“Omelaslı Olmak: Ütopyalar – Kurban, Denge ve Merkez”

Sevgili Passive Apathetic‘in yazdığı bu çok güzel yazıyı bir kez de bu mekanda yayımlamamak olmazdı! Yorumları, eski (ama eskimemiş, eskimeyecek) dostluğumuzun hatırına güvenerek yorum sahiplerinden izin almadan buraya ekledim, affoluna.

***

“Those whom heaven helps we call the sons of heaven. They do not learn this by learning. They do not work it by working. They do not reason it by using reason. To let understanding stop at what cannot be understood is a high attainment. Those who cannot do it will be destroyed on the lathe of heaven.”

-Chuang Tse: XXIII*

1. Ütopyalar

Katıldığı toplantıda anlatılan şairden bir dize göndermiş geçenlerde. “Duyunca sen aklıma geldin, bunu ona mutlaka yollamalıyım dedim, hemen not ettim,” diye de eklemiş dizenin sonuna. Diyor ki şair, dört yüz sene önceden: “Gözler rüyalardan çok onların tabirlerini görüyor.” Eyvallah. (Afili laflar etmeyi seven biri olsam şimdi “Derdinizin ve çaresinin ne olduğunu bilen ama bunu size doğrudan söylemenin bir işe yaramayacağının da farkında olan kimseye dost denir” derdim. Allahtan değilim. Hem, böyle birini tam olarak nasıl tanımlayabiliriz, dost demek yeterli olur mu, ondan da emin değilim.)

Bienalden çıktık, Beşiktaş’a yürüyoruz. Hava ne güzeldi birkaç gün öncesine kadar, yağmurlu ve ayaz. Pastırma yazı geçsin de kış gerçekten başlasın diye dakikaları sayıyorum. Bir yere oturuyoruz. Hiç durmadan konuşuyoruz, birbirimizin cümlelerini tamamlamayı özlemişiz. Komik bir şey söylüyor sergilerden biriyle alakalı. Kahkahalarla gülüyorum. Tepkimden memnun, o yamuk gülümsemesi ile gülümsüyor, gözlerimin içine bakıyor: “Hiç keyfin yok aslında, değil mi?” (Ağdalı laflar etmeyi seven biri olsam, burada “Arkadaş mor sneakerlarınıza, toz pembe çantanıza ve kahkahalarınıza kanmayan kimsedir” derdim. Allahtan değilim. Hem bu cümle çok da doğru olmazdı. İnsanların mor sneakerınız, toz pembe çantanız ve kahkahalarınıza kanmamaları için illa size çok yakın olmaları gerekmez. Bir parça sağduyu, biraz görmüş geçirmişlik yeterlidir. Peki, size kanmadığını sizin için en doğru yer ve anda ifade edebilen kimseye ne denir?)

“Aslında fena değilim,” diyorum, “sadece galiba kendimi Omelaslı biri gibi hissediyorum biraz.” “Eyvah eyvah!” diyor, “Daha ne kadar kötü hissedeceksin ki?”

“Omelaslı gibi hissetmek” onunla uzun sohbetlerimizden birinde ortaya attığımız bir ifadeydi. The Ones Who Walked Away From Omelas hikayesini ilk okuduğumuzda henüz onlu yaşlarımızın sonundaydık ve neden etkilendiğimizi pek de bilemeden epey etkilenmiştik. Bu hikayeyi hiç unutmadık. Arada sırada aklımıza takıldı, üzerine konuştuk. (Evet, biz de Ursula K. LeGuin gibi Dostoyevski’yi unutup tabelaları okuyarak yol alıyorduk.)

İddialı laflar etmeyi seven biri olsam şimdiki paragrafa “Ütopyalar hastalıklıdır” diyerek başlardım. Allahtan değilim. Yine de, ütopyalar hastalıklıdır. Bize eğer bir şeyleri doğru araçlar kullanarak dosdoğru yaparsak dünyanın mükemmel bir yere dönüşebileceğini söylerler. Buna inanmak bu ütopyanın gerçekleşmesi için hemen her şeyi meşru görmeyi beraberinde getirmek felaketini içerir. Nihayetinde mükemmel dünyaya erişeceksek, mesela diyelim ki çabalarımızın sonunda sabah balık tutup öğle ava gidip öğleden sonra ineklerle uğraşıp akşam yemeğinden sonra da derin düşüncelere dalmak mümkün olacaksa, birkaç kişinin ölmesinin ya da birkaç bin ya da birkaç milyon, ne önemi var ki?

Ursula K. LeGuin, o muhteşem ve korkunç insan, Omelas’ın hikayesini anlatırken aslında ütopyaların neden asla ütopya olamayacaklarını ortaya koyuyor. En azından Omelas’tan benim çıkarttığım ders kabaca budur: Ütopya diye bir şey yoktur. Her şey için bedel ödemek, sonra da bedel ödemek için bile bedel ödemek gerekir. Bedeli ödenmemiş, dahası ve çok daha önemlisi, bedeli vicdanımızın kabul etmeye ikna olacağı şartlara göre, asilce, namusluca, gönüllüce, gerçekten geriye, elde başka hiçbir şey kalmayacak şekilde sonuna kadar tükenerek ödenmemiş hiçbir şeyden nihai hayır, mutluluk, huzur, adını ne koyarsanız, gelmez. Aksine biz bu bedeli layıkıyla ödemeyi göze alamadıkça bu hal bizi -dilimizin üzerinde kendimizi acıya karşı uyuşturmuş olmanın (belki bazen mutluluk zannedeceğimiz) mide bulandırıcı ve şekerli tadıyla- kötürüm eder, felç eder; nefes almamızı, hareket etmemizi, yaşamamızı, özgür olmamızı engeller.

Omelas halkı bedel ödemiyor mu? LeGuin’in anlattıklarına bakılırsa ödüyorlar. Ta ki “gerçeğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabulleninceye” kadar. Bu kabullenişleriyle, yani ne yaparlarsa yapsınlar o küçük ruhu kurtaramayacaklarını ve ona ancak anlık bir rahatlık verebileceklerini fark etmeleriyle “bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur.” Böylece her bir Omelaslı bu küçük ruhu kendilerinin ve etrafındakilerin mutluluğu ve mutluluklarının devamı için kurban etmekten başka çare göremez. Durumu kabullenirler, hatta inanırlar ki o küçük ruh, etrafını çeviren karanlık duvarlar olmadan yaşayamaz artık.

Ursula K. LeGuin buradan sonra şunları diyor: “Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun var oluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklarına böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk … o coşkulu müziği yaratamaz.”

İnsanın yanıldığı, yenildiği, kaybettiği nokta zannederim ki çaresizlik hissine teslim olduğu, boyun eğdiği noktadır. Ruhumuzun, vicdanımızın midesini “Elimden ne gelir ki”, “Elimden bundan başka bir şey gelmez” ve türevlerini söylememiz kadar bulandıran bir şey daha yoktur sanırım. Biz çaresizliğimizi kucakladığımız, yetmezmiş gibi onun esiri olup bu eylemimizi haklı göstermeye başladığımız anda onlar da umutsuzluk ve tiksinti içinde bizi salıverirler. Böylece bedel ödemenin bittiği yerde ceza başlar. Ruhun, vicdanın bizi terk ettiği yerde rasyo ve id ipleri ele alır, denge bozulur. Bakın Omelaslılar’a. LeGuin’in dediği gibi, çaresizliklerini kabul ettikleri andan itibaren hiçbiri özgür ve dolayısıyla hiçbiri mutlu değildir artık. Kanmayın siz onların motivasyonlarını meşru göstermek için bir sürü rasyonel sebep, doğru seçimi yaptıklarını ispat için bir sürü etkileyici sonuç ortaya çıkartmalarına, mutluluğu karnavallarda, kutlamalarda aramalarına. Hepsi, o küçük çocuğa dönüştükleri, karanlık, rutubetli ve aynen o küçük çocuk gibi dışkılarının üzerine tünedikleri küçük birer mahzen inşa etmişlerdir ruhlarında. Omelas ise hapishanelerin en büyüğü, en ihtişamlısıdır onlar için artık. Bunu yapmak zorundadırlar isteseler de istemeseler de, farkında olsalar da olmasalar da. Vicdan, her zaman bedel ve denge talep eder. Vermediğiniz anda da bizden onu, omurgamızı sökerek alır. Çünkü vicdanın yüzü, eşyanın hakikatine en yakın temasta olan yönümüze dönüktür.

Bu yüzden, söylediği her şeyi itirazlarımı yutup heyecanla dinlemiş olmama rağmen, Omelaslılar suçluluk duygusunun şehirlerinden içeri girmesine müsade etmezlerdi diye iddia ettiğinde LeGuin, “Dur bakalım orada granny,” demekten kendimi alamadım, “this is complete bullshit. The whole city reeks of guilt.” “Hem,” diye devam ettim; “bu söylediğine sen de inanmıyor olmalısın. Muhteşem mimarînin, görkemli müziğin, çeşit çeşit uyuşturucuların ve orgylerin ortasındaki bu “bilinçli mutlu” insanların arasına bir tek hikayeci, bir tek şair koymamış olmanı nasıl açıklayabilirsin yoksa? Edebiyatın kül yutmayacağını, senin yok dediğin suçluluk duygusunu Omelaslılar’ın içinden hooop diye çıkarıp sayfalara dökeceklerini bildiğinden mi?”

Yine de LeGuin’e fazla sesimi çıkartamıyorum. En çok da, hikayesinin başına Henry James’in kardeşi William James’ten şu alıntıyı koyduğu için: “Ya da öyle bir dünya varsayalım ki Fourierler’in, Bellamyler’in, Morrisler’in ütopyalarını solda sıfır bırakıyor olsun ve milyonlarca insan sürekli mutlu yaşasın, ama bir şartla; uzaklarda bir yerde yitik bir ruh tek başına eziyet çekmek zorunda olsun. Bir an için içimizden bize sunulan mutluluğa yapışmak gelse bile yine ilk kapılacağımız özgül ve bağımsız duygu, bile isteye böylesi bir pazarlık yaparak elde edilen mutluluğu ne kadar çirkin bir şey olduğudur.”

Ne dersiniz, Omelaslılar ütopyalarında bir devrim gerçekleştirseler ve o küçük yitik ruhu hapishanesinin duvarlarını yıkıp gün ışığına, aydınlığa ve rüzgara çıkartsalar; iyileşmesi, iyileşemese bile sevildiğini bir parça olsun hissetmesi için çabalasalar, daha az ihtişamları, daha az “mutluluk”ları ama daha çok huzurları olmaz mı? Bedelini kendi ödediği bir rahat kadar insanı huzurlu kılan ne olabilir? Huzurun yanında mutluluğun lafı edilir mi? Belki de asıl sorun burada mutluluğun denge, dinginlik ve huzurdan ayrı tanımlanmasından kaynaklanıyor, bilemiyorum.  Aynen artık güzellik ve iyiliğin, çirkinlik ve kötülüğün birbirlerinden koparılarak farklı şeylermiş gibi algılanması, hatta intellect ve rationun ayrılması ve ratioya intellect muamelesi yapılması gibi.

Fırsattan istifade James kardeşlerin önünde bir kez daha saygıyla eğildikten sonra, ne dersiniz, değiştirelim mi senaryoyu azıcık? Diyelim ki, ne olduğunu anlamadan eziyet çekmesi gereken küçük yitik bir ruh yok ortada. Gönüllü kurbanlık var. İsa gibi. Hatta belki, sonradan da kabullenişiyle İshak gibi. Her elli-altmış senede bir, bir yetişkin ruh, haydi iyice İsa’ya benzetelim, 30 yaşına geldiğinde kendini Omelas’ın mutluluğu ve ihtişamı için bile isteye feda etsin; zindana, kuru ekmek ve suya, karanlığa kucak açsın. Olur mu dersiniz? Paganlar gibi verimliliği, mutluluğu, bereketi ve barışı tek canlının kanına bağlasak ve bu canlı da gönüllü olsa kurbanlığına, Omelas’ta bu sistem işler mi? Düşünelim. Siz de, bu kurallarla Omelas’ın ilk senaryodaki kadar muhteşem ve mutlu bir yer olmayacağını hissettiniz sanki. Neden peki?

2. Kurban 

Neden? Omelas’ın, LeGuin’in ballandırarak anlattığı ve “Sizi inandıramasam da bu böyle” dediği ihtişamının sebebinin “bilinçli mutluluk”, “bedeli ödenmiş özgürlük” vs değil, düpedüz suçluluk duygusu ve bedel yerine kefaret ödeme gayreti olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu sebeple paganlarda, suçluluk hissi olmadan tıkır tıkır işleyen kurbanlık sistemi burada, şimdiki zihinlere konulunca tekler, kirlenir, mutasyona uğrar. Paganda bireyler önceden yazılmış ve dünya sahnesine konulmuş büyük bir senaryonun parçalarıdır sanki. Görevler bellidir ve herkes yerini, görevini, görevinin doğasını bilir. Kişilerin, işlerinin ve sair yaptıklarının herkesi ve her şeyi kapsayan büyük anlam dünyasında birbirleriyle ilişkili-bağlantılı bir yeri-konumu vardır ve herkes gündelik hayatları içindeyken bir yandan da bu anlam dünyasının sembolizmini ritüellerle yaşar. Böylece, bir kral kendini halkı için kurban ettiğinde, tek tek bireyler uğruna yapılmış bir fedakarlık yoktur ortada. Herkes gibi o da kendisine biçilen rolü oynamaktadır.

Fakat Yahudi Tanrısı bu kolektif dramaya bir son verip İbrahim’in İshak’ı kurban etmesini önlediğinde paradigma kırılır (Tabii ki İbrahim testi geçtikten sonra. Yahudi tanrısı Pagandan o kadar da uzakta değildir ve İbrahim’in tanrısını sınayıp durmasının karşılıksız kalmaması gerekmektedir).  Her koyun kendi bacağından asılmaya başlayınca kişinin kendisini topluluğun mutluluğu için feda etmesinin manası herkes için değişir.  Yahudi tanrısı teke indiği gibi insanın tanrıyla ilişkisini de fert fert bireyler üzerinden almaya başlamıştır. Kurban hâlâ çok önemlidir ama artık kolektif kurtuluş için değildir; kurban ya tek tek fertlerin günahlarına kefaret için ya da tanrıyı memnun etmek için yapılan en önemli eylem olmuştur. Birisinin başkasının mutluluğu ve/veya kurtuluşu için gönüllü yahut gönülsüz kurban ediliyor olması sahnedeki belirlenmiş rollerden biri değildir artık. İnsan kurban etmek, varlığının bilincinde olduğu kabul edilen tek varlığın, insanın, varlığının sorumluluğunu başka bir insana yüklemesi manasına gelir ve devreye her kurbanla beraber yaşanması gereken mahv halinin yanı sıra bitmeyen vicdan azabı ve suçluluk hissi girer. Hıristiyanların 2000 senedir süren, bir türlü dinmek bilmeyerek kabulden redde, nihayetinde isyana kadar çeşitli şekillerde ortaya çıkan vicdan azaplarını böyle açıklayabilir miyiz dersiniz? Dahası, “O insan değildi, tanrıydı; insan tanrı olabilsin diye tanrı insan oldu” şeklindeki formülasyonlarının altındaki zihniyetin bir parça da bu azaptan etkilendiğini söylersek çok mu kolaycılığa kaçmış oluruz sizce? Ya Christendom dedikleri, mutluluğu göz ardı ettiğimizde, Omelaslar’ın en büyüğüdür dersek? (Mutluluğu neden göz ardı ettik? Çünkü kıyametten. Kıyamet fikrinin olduğu yerde, mutluluk arayışına gerek kalmaz. Geçenlerde twitterda bir twite rast geldim. Özetle diyordu ki “Modern bilim ve sanatın en büyük başarısızlığı kıyamete denk bir fikri ortaya atamamış olması. En fazla yeteri kadar şanslı yahut akıllıysan sağ kalabileceğin birkaç felaket senaryosu var.”)

Çok da bilgili olmadığım konularda altını dolduramayacağım büyük laflar etmeyi seven biri olsam burada “Yahudiliğin dehası kurban fikrini, daha doğrusu böylesi bir kurban fikrini ortadan kaldırmış ve bizi Eden’den kovarak ütopyayla değil gerçek dünya ile yüz yüze getirmiş olmasıdır” derdim ve devam ederdim: “Hıristiyanlığın azabı ise Yahudiliğin katılığına karşı bir formül geliştirmeye çalışırken kurban fikrini, ne kadar modifiye etse de, tüm ütopik ihtişamıyla geri getirmiş olmasında yatar.  Biri, bedel ödetip özgürleştirirken insanı; diğeri başkasına ödettiği bedeli bizim için cezaya çevirip insanı cezadan kurtulma hayallerine boğulduğu bir hapishanede yaşamaya mahkum eder.” Neyse, Allahtan çok da bilgili olmadığım konularda altını dolduramayacağım büyük laflar etmeyi seven biri değilim.

3. Denge ve Merkez Meselesi

Bir önceki yazıda, Merkez Efendi’nin hocası Sümbül Efendi’ye verdiği yanıtı yazmıştım. Hocası soruyor: “Alemi sen yaratsan nasıl yaratırdın?” Merkez Efendi, “Her şeyi olduğu gibi, merkezinde bırakırdım” diye cevap veriyor. Merkez lakabını da bu cevabından sonra alıyor. Bu anektodu ilk duyduğumda pek de etkilenmemiştim. Anneannem bunu alemin nasıl bu haliyle mükemmel ve eksiksiz olduğunu ispat etmek için anlatmıştı çünkü. Alem bu haliyle mükemmel ve eksiksiz midir ya da bunun imkanını içinde taşır mı, bilmiyorum. Alemin mükemmel olması gerekiyor mu, ondan da emin değilim. Bence Merkez Efendi’nin cevabı başka bir şeyleri işaret ediyor. Merkeze neyin konulduğu, merkezde neyin olduğu, insanın kendini evrende nasıl ve neleri baz alarak konumlandırdığı, dengenin nasıl sağlandığı sorularını.

Dünya, evren, alem ne derseniz, onu “düzeltmemiz”, “mükemmelleştirmemiz” için olmadığı gibi, içinde “mutlu” olmamız gereken bir junkie-land de değil. Bizden istenen bu dünya ile aramızda doku uyuşmaması olmadan yaşamamız. Çünkü, nasıl nihai hedefimiz kendi mutluluğumuz olduğunda ne yaparsak yapalım içimizdeki boşluğu dolduramıyorsak; dünyayı kabul etmek yerine düzeltmeye kalkmak için kurduğumuz her düzenle aslında sadece kendi dengemizi bozuyoruz. -uz’u sil, size karışamam ve ne büyük laflar etmeyi ne de başkası adına konuşmayı da severim: Benim dengem bozuluyor.

Dengem bozulunca kendimi ne gibi hissediyorum biliyor musunuz? (Hayır, Omelaslı gibi değil, onu geçtik.) Yörüngesinde dolanmak üzere atmosferine fırlatıldığım gezegenin çekim gücünden kurtulmayı özgür olmak, bilmeye ve kendini bulmaya giden yola çıkmak zanneden asi ve şaşkın bir iletişim uydusu gibi. Nihayetinde yörüngeden kendimi fırlatıp çıkartıyor, kendi etrafımda, merkezim, eksenim, odağım sadece kendim olacak şekilde dönüp duruyorum. Amaçsız, hedefsiz, nereye gittiğimi bilmeden, nereden geldiğimi zaman geçtikçe daha da unutarak o sonsuz derin ve karanlık boşluk içinde sürükleniyorum. Kendimden başka hiçbir şeyi bilme imkanım, kendimden başka hiçbir dayanak ve referans noktam olmadan var olmaya çalışıyorum. İlerliyorum ama yol alamıyorum. İlerlememse karanlığa daha da batmam, dengemi daha da kaybetmem, kendimden daha da uzağa düşmem demek oluyor. Devamlı soru soruyorum (neden, neden, neden) ama -sadece kendi kendime refer ettiğimden- işe yarar hiçbir şey öğrenemiyorum çünkü elimdeki bilgiler salt bana dairler. Sadece bana dair olduklarından ve herhangi bir hiyerarşiye bağlı olmadıklarından anlamdırmasını yalnızca yüzeye yayabildiğim ve haliyle kendileriyle kendime dair bile pek az şey öğrenebildiğim hal ve durum tespitlerinden ibaretler.

Beşiktaş’ta bir kahvecideydik  en son değil mi? Kaçıncı kahvemizi içtiğimizi bilmiyorum. Elimizde bienalden aldığımız, daha önceki bienalleri anlatan kitapçıklar var, konuşmaktan yorulmuşuz, sessizce onlara göz atıyoruz. Birden, “Şunu dinle bak!” deyip yüksek sesle okumaya başlıyor: “20. yüzyılda bireyler çeşitli özgürlük biçimlerini arzuladılar. 21. yüzyılda ise bireylerin özgürlüklerinin önünde bulunan, üstesinden gelmeye çalıştıkları engel kendileri.” (In the 20th century, individuals strove for liberties. In the 21th century, individuals are striving to be liberated from themselves.)”

7. Uluslararası İstanbul Bienali’nin küratörü Yuko Hasegawa’nın sözleri bunlar. Hasegawa, bienalin alt başlığını “Egokaç – Gelecek Oluşum için Egodan Kaçış” (Egofugal – Fugue from Ego for the Next Emergence) olarak belirlemiş. Gayet kafa karıştırıcı bienal açıklamasının başlarında bir yerde sarf ediyor bu sözleri. Evet, hissettiğim tam da bu. Önceleri özgür olmak için beni bağlayan her şeyden kaçarken, şimdi fark ediyorum ki özgür olmak için ben diye tanımladığım ama galiba gerçek benin sadece çok küçük bir parçası olan o benin kıskaçlarından kaçmam gerekiyor.

Süleyman’a neden muhteşem derler, hiç anlayamamışımdır (gerçi Vaiz var, o kadar da hakkını yemeyeyim Süleyman’ın). Bence asıl muhteşem İbrahim’dir. İbrahim, sırasıyla güneşe, aya, yıldızlara bakıp sonrasında “Batan şeyler tanrım değildir” derken, sadece gök cisimlerini değil, kendi algısını da kastediyordu. Kendinden, kendi yargısından, ölümlülüğünden, hem blessing hem de curse olan ölümlülüğünden ve bu ölümlülüğün getirdiklerinden, hislerinin, düşüncelerinin, algılarının değişkenliğinden, geçiciliğinden, ölümlülüğünden bahsediyordu. Biliyordu ki merkeze kendini koyduğunda ve evreni buradan anlamlandırmaya çalıştığında, algısının dokungaçlarının temas ettiği her şey, şiirsel derinlikle, varlığı teselli eden mana ile, ruha işleyen grace ile, beklenmedik bir mucize ile dolu bile olsalar, her şey, eninde sonunda solacaktır, eninde sonunda batacak, eninde sonunda anlamlarını yitireceklerdir. İbrahim biliyordu ki kendisini ne kadar merkeze koyarsa içindeki sonsuzluk hissinden o kadar uzaklaşacaktır. Geriye, gece vakti doğan yıldızların zarif ihtişamı ile gözleri dolmuşken, sabah uyandığında bu yıldızların battığını gördüğünde yaşadığı büyük hayal kırıklığı ile nasıl baş edeceğini bilemeyen bir kabuk kalacaktır. İbrahim biliyordu ki başı ve sonu olan kalıcı değildir. Kalıcı olmayana tamah eden kalp de kalıcı değildir. Kalıcı olmayansa kabuktan ibarettir, ondan kime hayır gelir? Bir kabuğa, bir kabuğun gerçekliğine, dostluğuna, sevgisine, aşkına, sadakatine, ahlakına, kim güvenebilir? Onun “elinden ne gelir” ki, batacaktır nihayetinde. (İbrahim’den, Tanrısından ve sizlerden bu kadar abarttığım için özür diliyorum, kabuk olmanın bir diğer dezavantajı da abartmadan gerçeğin tadını yakalayamamak galiba. Halbuki “it is the sense of the sacred to put things as simple as possible.”)

Yazı çok uzadı değil mi? Buraya kadar gelen var mı bilmiyorum ama son kez soralım mı peki ama neden böyle diye? Soralım. Cevabı adalet varlığa tabiatınca muamele etmektir diyen Ali’den alabiliriz belki. Merkeze kendini koymakla insan evrenin düzenine aykırı bir şey mi yapıyor? Muhtemelen evet. Liyakati olmadığı bir makama kendini konumlandırarak dengeyi ve adaleti bozuyor. Gezegenin haline baksanıza. (Burada kendimi tutamayıp çok döndürülen bir geyiği tekrar ederek Agent Smith haklı kardeşim! derken ben, isterseniz kafanızı öbür tarafa çevirebilirsiniz. Tamam geçti, bakabilirsiniz.) Farkında olmayı beceremediğimiz şeylerden biri de şu mudur dersiniz: Evrenin düzenine aykırı olan şey aslında bizim düzenimize de aykırıdır. Adaletin ve dengenin çarkını yıkıp kendimizi geçmememiz gereken bir yere koyduğumuzda bundan ilk ve en çok zararlı çıkan biz oluruz. Varlığımızın neliğine dair bilincimiz bu zarar görme sürecinde o kadar örselenir ki biz kimiz, neyiz, neyi neden yaparız, neden öyle değil de böyle davranırız, neden bu kadar çok acı içindeyiz, anlayamadan, bilemeden, kendimize dair en ufak bir fikrimiz olmadan ama bunalarak, kıvranarak yaşar gideriz. Muhammed’in tanrısının “İnsan zalimdir, kendine zulmeder” şeklindeki azarlarının ve Delfi’deki Apollo Tapınağı’nın kapısında “Kendini bil!” yazmasının altında yatan sebep belki de budur.

“Confucius and you are both dreams, and I who say you are dreams am a dream myself.”

– Chuang Tse: II **

———–

* Ursula K. LeGuin, The Lathe of Heaven, s. 25.

** The Lathe of Heaven, s. 1.

YORUMLAR:

  1. justine says:

    Biraz içtim, hayır, kendimi kaybedecek kadar değil; “bir ben vardır bende, benden içeri” demiyorum tabii, ama kafam iyi Passive, yalan yok;) Seninle yazışalı kaç gün oldu? İşte o kadar zaman yazını arkamda sürükledim. Değil, merkeze kendini koymamalı insan(!), işin aslı yazının arkasında sürüklendim. İyi bilirsin, merkeze kendini koymayınca sorumluluğun da azalır. Ben sorumluluğa ne çok inanırım oysa. Yazmıştım önceden, çok çok sinirlenerek; hiçbir hikâyenin açıklaması yoksa -bizimle ilgili- ah, tanrı yoksa sahi, neden iyiyiz? Neden Omelas’ı bırakıp bırakmamakla, o terk edişle böylesine ilgiliyiz? Vicdan dediğimiz – nasıl şekilleniyor eciş bücüş vücutlarımızda? Niye herkeste aynı etkiyi yaratmıyor? Of, nasıl da haklısın tüm şehir kokuyor, soğuk kokuyu azaltıyor, o soğuğu biliyorum Passive, seni kendimden biliyorum. Her şeyi kendinden bilir insan, kadın erkekle tanımlanır, soğuk sıcakla, gitmeyi seçen kalanla. Adem’in umursamaması, “kendini bilmemesi”, kendine zulmetmesi aslında, tüm insanlığa. Şimdi; din, mitoloji vs. vs., söyleneni yapsaydı cennetten kovulmazdı derken, Heidegger de özgür filan değilsin, ölüm kapıda, bırakıldın ve “kendini yeniden yap”, demiyor mu? Ben ikisinden de bir şey anlamıyorum, İsa’nın benim yerime acı çekmesinde de (uzun süredir onu okuyorum), Muhammed’in sakinleştirilmiş sesinde de (sen değil, sen değilsin Muhammed, sen tanrının elçisisin, ama insan cahildir, zalimdir, nankör(?) ve kendini bilmezdir, nereye kaçıyorsun?) bana huzur verecek bir şey yok. O çocuk orada, bu onun özgür iradesiyle olmadı, İsa kurulmuş bir figürdü, o çocuk öylesine çıktı karşımıza, şimdi ellerimizi yıkayacak su kalmadı. O bahsettiğin Merkez efendi nasıl iman etmiş bir insan, bilsen, ve evet, ben o imanı bilmiyorum. Her şeyi merkezinde bırak, çocuğu karanlık odasında, elmayı dalında, sonra da vicdanını kolla, işte ben o unutuşu bilmiyorum.
    “Çünkü vicdanın yüzü, eşyanın hakikatine en yakın temasta olan yönümüze dönüktür.”, bunu sen demişsin, bu akşam telefonda hakikat ve gerçek arasındaki farkı konuştum kısacık. Canım sıkılıyordu. Hakikati kalbime koyduysa tanrı ve ben geceleri daha çok inanıyorsam (çünkü gündüz inanç azalır) ona, vicdanımı nereye çevireceğimi bilemem, çokça şaşarım. Hakikat, bir pusula gibi değil, vicdanı hemen kendisine çevirecek kadar güçlü değil, hakikat bilmekle mümkün, bilmek o kadar kolay değil.
    Passive, canım, ara sıra sağlam laflar eden sarhoş biri olsam kesin şöyle derdim; soğuğu seviyorsun, peki üşümüyor musun gerçekten?

    Çok geç oldu, ezan okunuyor ve köpekler susmadı. Bir gideyim yatağıma, gerisi gelir. Boşluk, uykuyla doluyor. Rüyamda kendimi bir kelebek olarak görsem, uyandığımda bir kelebek olmadığımdan, kendimi bir insan olarak düşlemediğimden emin olmasam… Çooook eskiden Hüsnü Arkan’ın Ölü Kelebeklerin Dansı romanını okumuş ve sevmemiştim. Gerçeği yadsıma türlü türlü şekillerde karşımıza çıkıyor, Freud haklı tabii.

    İyi ki bu yazıyı yazdın.

    Çok sarıldım.

  2. Üşüyorum Justine. Başka hiçbir şey yapmama imkan vermeyecek kadar çok, üşüyorum.

    Sabah bunu yazdım ve durdum; gün içinde kaç kez yazdım yazdım sildim sonradan eklediğim bir sürü şeyi. Bu soru öyle bir yeri vuruyor ki ne diyeceğimi bilemiyorum. Çok şey söylemek istiyorum fakat hiçbiri tam değil, hiçbiri doğru değil. Hafız Burhan söylesin iyisi mi, üşümeyi en iyi o anlatıyor.

    Kendini merkeze koymayınca sorumluluğun azalır mı dersin? Uzun zaman ben de böyle düşündüm. Şimdi emin olamıyorum Justine, bir şey, içimi rahatsız eden, tam tanımlayamadığım bir şey var orada. Bu cevabımız çok beklendik, çok bilindik, çok düz, çok ortada geliyor. Halbuki dünyada gerçekten önemli hiçbir şeyin mantığı dümdüz değildir, değil mi? Nedir ya? Açıklayamam. Liyakat meselesi belki biraz. Merkezde olmaya yetecek gücümüz, yetimiz yok. Varlığı anlayamazken nasıl merkezde olduğumuzu iddia edebiliriz? Hem kendimize hem de varlığa haksızlık bu. Ama bu sorumluluğumuzu da azaltmıyor. Belki, ne bileyim, mecrasını değiştiriyor sorumluluğun, içeriğini değiştiriyor. Belki göz hizasına indiriyor bizi varlıkla, zaten olmamız gereken yere.

    Merkez Efendi’nin söylediği şeye bir arkadaş (resimi yollayan değil, bir başkası) düşününce çok yerinde bulduğum bir açıklama getirdi geçen gün. Merkez meselesini, “hareket etmeyen hareket ettirici” tanımlaması ve tekerlek ve swastika sembolleri üzerinden düşünmemi tavsiye etti (sonrasında da “İlla her şeyi size ben mi söyleyeceğim!!” diye çıkıştı ama o kısım biraz karizma zedeleyici olduğundan bahsetmiyorum). Kimbilir, belki zamanla bunun üzerine bir şeyler yazmak konusunda ikna olur.

    Yorumun ne güzel Justine, su gibi akıp gidiyor okurken. İnsan o yoğun ama akışkan ritmine kapılıp gidiyor. Çok sevdim, çok beğendim, kaç defa okudum bilmiyorum.

    Sevgilerimle.

  3. selman says:

    “Üzerine basılan solucan kıvrılır. Akıllıcadır bu. Yeniden üzerine basılma olasılığını azaltmış olur böylece. Ahlakın diliyle: A l ç a k g ö n ü l l ü l ü k.” (Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı)

    .

    Nietzsche benim kendimde erdem saydığım ne varsa hepsine “put” diyor, “dekadans” diyor, “içi çürümüşlerden” olduğumu söylüyor hep. Nietzsche’yi çok tesirli, çok etkileyici bulmamın ama hep bir ürpertiyle -hatta bazen korkuyla- okumamın nedeni de bu olsa gerek.
    Doğrusu ben de afili laflar etmeyi seven biri değilim. Ama afili-gibi-görünen formlar oluşturmaktan hazzettiğim kadar da çok az şeyden hazzediyorum. Epigraflı mepigraflı, selamsız sabahsız bu girişi de benim bu artistlik yapma sevdama ver.

    Gerçi sadece şekilli bir cevap yazma çabasının neticesi değil o epigraf, benimle ilgili (muhtemelen oldukça doğru bir şekilde tespit edilmiş) bir gerçeği de dile getiriyor: İnsanın alçakgönüllü davranışları, ne kadar içten olurlarsa olsunlar, genellikle bir tür kendine güvensizlikten, daha doğrusu yanlışlanma ve küçümsenme korkusundan ileri gelir. (Ya da genellemeyi silelim, büyük laflar etmeyi ve başkaları adına konuşmayı ben de sevmem: Benim alçakgönüllülüklerimde böylesi bir duygunun pekala payı var.) Yine de Nietzsche’nin “tamamen” haklı olduğunu düşünmüyorum ve yine de alçakgönüllülükte bir erdem görmeye devam etmekten kendimi alamıyorum.

    Konu dışı bir paragraf olacak ama Nietzsche’nin yine yüksek voltajlı bir cümlesi olan “Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı k o r k a k l ı k t ı r”ı okuduğumda da aynısını demiştim: Nietzsche muhtemelen çok haklı böyle söylemekte, ama tamamen haklı da değil.

    Neyse, esas meseleye geleyim:

    Geçenlerde bu yazıyı okudum ve çok, çok, çok beğendim. Uzunca bir süredir okuduğum en iyi yazıydı hatta. Bütün bu girizgahı da şimdi söyleyeceğim cümleyi, Nietzsche’nin bahsettiği türden bir alçakgönüllülüğe meydan vermemeye büyük bir özen göstererek söylediğime işaret edebilmek için yaptım: “Omelaslı Olmak”, benim bugün yazabileceklerimin, söyleyebileceklerimin ötesinde bir yazı. Böyle yazılar okuduğumda hem yazarını kıskanıyorum içten içe, hem de kendimi başkalarının zaten yürümüş olduğu yollarda yürüyen, başkalarının zaten tırmanmış olduğu merdivenleri tırmanan bir kişi gibi hissediyorum. Sanki yazar, benim yürüdüğüm yolun ilerilerinde bir yerden telefon açıyor bana ve ileride şöyle bir kavşak var, böyle bir tümsek çıkacak karşına falan diyor. Aşağı yukarı böyle bir hisse kapılıyorum. Nitekim ben belki sağına soluna şerhler düşebilirim senin yazının, “ama şöyle ama böyle” diyebilirim belirli kısımları için, ama günün sonunda*, böyle yazıları yazan zihinlerin/ruhların karşısında kendimi hem düşünce hem de ifade yönünden biraz beceriksiz hissediyorum açıkçası.
    Fakat alçakgönüllülüğe meydan vermeyeceğim dedim madem, hemen kendime de bir tutam gaz vereyim:

    Yaklaşık iki sene önce İrlanda’da iki haftalık bir programa katılacaktım ve bunun için onbeş, yirmi dakikalık bir sunum hazırlamam gerekiyordu. Ben de çalıştığım konuyla (Farabi) hiç mi hiç alakası olmayan, ama o sıralar zihnimi oldukça meşgul eden bir meseleyi ele almaya, “hem rölativist bir epistemolojiyi benimseyip hem de mü’min kalabilir mi acaba insan?” sorusu etrafında şekillenen bir sunum yazmaya niyet etmiştim. Sunumu hazırlamaya başladığımda kafam karman çormandı ve belki de bu yüzden yaklaşık üç ayımı aldı o sunumu tamamlamak (ve yüksek lisansımın da üçüncü seneye uzamasına neden oldu). Ama sunum tamamlandığında kafam pırıl pırıl olmuştu. Yazılı bir metinle her bir şeyi yerli yerine sabitlediğimde, sanki boşlukta salınmaktan kurtulmuş ve o metni ayaklarımın altında duran ve adım atmama imkan veren bir zemin gibi görür olmuştum. Dahası zihnimin artık yeni problemlere, öncekilerin üzerine çıkan, öncekileri aşan yeni meselelere doğru ilerlediğini hissetmiştim.

    (Yine konu dışına çıkarak söyleyeyim: Düzenli ve sistematik olan şeylerin bir tür sahtelik ve yüzeysellik barındırdığına inanıyorum aslında içten içe. Hemen iki alıntı yapayım burada: Gerschom Scholem, “İyi düzenlenmiş bir evin, tehlikeli bir şey olduğu çok açık bir gerçektir”; ve yine Nietzsche: “Tüm sistematikçilerden kuşku duyuyorum ve onları görünce yolumu değiştiriyorum. Sistem istemi, dürüstlük yokluğudur”. Ama zihnini sistematik bir dizgeye sahip kılmanın, karşına çıkan problemleri nasıl ve ne şekilde çözebileceğine dair bir öngörü sahibi olmanın kişiye verdiği güveni de başka hiç bir şey veremez sanırım.)

    Diyeceğim o ki, kendimi bu kadar beceriksiz hissediyor oluşumun bir sebebi de yazmıyor olmak aslında. İnsan yazmayınca kafası hep dağınık kalıyor. İnsanın kafası hep dağınık kalınca özgüveni de dibe vuruyor falan.

    Neyse, bu bahiste bu kadar gevezelik yeter. Son sözüm yine şu olsun:
    “Omelas’lı Olmak” çok harika bir yazı olmuş Passive Apathetic, ellerine sağlık.


    * “günün sonunda”; Faruk Ahmet’in ifadesi bu, bir mailinde kullanmıştı, başka da kullananını görmedim. “At the end of the day”in çevirisi olsa gerek :) Ama nedense çok hoşuma gitti, fırsatını buldum mu kullanıyorum hemen ben de :)

  4. Merhaba Selman, :)

    Buradaki ilk yorumun bu yanlış hatırlamıyorsam, değil mi? O zaman resmen hoşgeldin diyeyim. Sonra, teşekkürümü de yineleyeyim. Seninle yazışmalarımız olmasa (ya da sen benim saçmalamalarıma ses çıkarmasan demeliyim aslında) bu yazı çok zor çıkardı.

    Öncelikle yorumunda bahsettiğin hislerimiz karşılıklı. Bak mesela “hem rölativist bir epistemolojiyi benimseyip hem de mü’min kalabilir mi acaba insan?” sorusu üzerinde düşünmüş, bir de metin yazıp sunumunu yapmışsın. Bunları bir de İrlandada yapmışsın! Üzerine, bunun sonucunda da kafam pırıl pırıl oldu diyorsun. İç çekip deli gibi seni kıskanmayayım, ne güzel şeylerle uğraşıyor diye gıpta etmeyeyim de napayım? (Göndersen de okusam ya o sunumunu, demeye çalışıyorum iki saattir.)

    Eklemeden geçemeyeceğim, kendisi hakkında “Ne güzel halletmiş koymuş kenara, nasıl iyi, nasıl zehir gibi bir kafa ya bu insanın kafası” diye düşünüp gıpta ettiğim kişilerin hakkımda böyle şeyler söylemesi de, okurken epey mahçup olsam da pek hoş açıkcası. Bir de bunun için teşekkür ederim.

    Erdem saydığımız, gördüğümüz birçok kavramın, davranışın içi boşaldı artık, bunu itiraf etmek özellikle benim için çok zor olsa da bu gerçeği kabul etmem gerekiyor. Bunları çekinerek söylüyorum aslında, ucuz felsefecilik mi yapıyorum diye tereddüt içindeyim ama her davranışın işaret ettiği bir üst kavram, o kavramın beslendiği bir üst anlam dünyası, o anlam dünyasının da içinde oturduğu bir ontoloji-epistemoloji vardır denir ya, insanlık genelinde kabuktan ibaret kaldı sanki artık. Gerçi hangi yüzyılda kime sorsan aynı şeyi söyleyecektir bir şekilde bize ama, bu zamanlarda daha gerçek sanki bu. Öyle olunca, özle sonuç arasında bağlantı kalmayınca erdemler boş, güzel davranışlar yapmacık mı geliyor/oluyor? Belki de tüm erdemlerin, ahlakın vs yüzüne tükürüp hepsini yıkıp yeniden başlamalı. Dücane’yi (adam da babamızın oğlu sanki, Dücane deyip duruyoruz) dinledim dün gece (kolay olmadı inan), bir yandan da arkadaşlarla üzerine konuştuk. Günaha bulanmak dediği şeyde biraz Milton esinlenmesi var gibime geldi. Neyse lafı uzatmayayım, onun tanrıyla şehirde yüzleşme dediği şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hem her ne kadar Dücane eureka! eureka! havasında söylese de bazen bu fikrini, daha önce yapılmamış bir şey de değil aslına ve tarihe bakarsak. Bir zaman insanlar etleri kemiklerinden demir taraklarla ayrılırcasına düşüncenin hesabını ödüyorlar, düşünce ile, kendileri ile, ellerindeki ile, dünya ile, ile ile ile ile yüzleşiyorlar. Sonrasındaki nesiller bu hesabı ödenmişlik içinde önce rahat rahat ilerliyor sonrasında ise, önceki hesabın hesabı kesilip yenisinin ödenmesi gereken zamanlar geliyor çünkü aslında o ödenen hesabın çoktan dışına çıkılmış oluyor. Fakat ortada bizim gibi massler var sadece nausated bir uykuya dalıyor. Uyanınca başımıza gelecekleri bildiğimizden, o hesaplaşmanın ağırlığı Dickens’ın hayaletleri yahut Eliot’ın sarı sisi, Conrad’ın dehşeti gibi yüreğimize çöktüğünden, içi boşalmış olsa da, Nietzsche bize, iki yüzlülüğümüze küfretse de, parasız pulsuz kalmış bir asilzadenin en son aile yadigarı bir madadolyana yapışıp onunla caka satması gibi yapışıp caka satıyoruz onlarla.

    “Düzenli ve sistematik olan şeylerin bir tür sahtelik ve yüzeysellik barındırdığına inanıyorum aslında içten içe.” demişsin ya, çok güldüm, çok hak verdim. Daha önce bir yerlere yazmıştım, evimde küçük bir levha var: “A tidy house is a sign of a wasted life” diyen. Düzen ve sistemle -yani insanın kafasındaki haliyle düzen ve sistemle- tahakküm geliyor eninde sonunda. Tahakkümle beraber de corruption. Bize dair ne varsa yıkılmaya mahkumsa, kafamızın içindeki düzen fikrinden.

    Yorumun için çok teşekkür ederim Selman, müsait olduğun bir vakitte de yazıya dair bahsettiğin şerhleri düşmeni merakla bekliyorum. Bana çok faydası dokunacağına eminim..
    ________

    * Aşkolsun ama Selman, biliyorsun bizim meslekte (ne gülüyorsun yahu, akademisyenlik de meslek değil mi?) üçüncül, dördüncül kaynaklara atıf yapmak ancak birincil yahut ikincil kaynaklara hiçbir şekilde ulaşamıyorsan kabul edilebilir. : P

  5. Merhaba Metin beyler, merhaba Passive hanımlar,

    Hemen bir düzeltme ile yorumuma giriş yapayım: Kafa pırıltısı gelip geçici bir şey, tozları ta iki yıl önce alınmış (o da kimbilir nasıl alındı, halının altı ya da dipler-kenarlar-köşeler ne durumdaydı, bunlara da bakmak lazım) bir kafanın pırıltısını bugün dahi muhafaza edebileceğinize inanıyorsanız, büyük bir yanılgı içerisindesiniz derim ben. Dahası, okuma ve özellikle de yazma hususundaki performansım, toz alma işlemini ne kadar seyrek ve ne kadar sallapati yaptığımın da bir işareti maalesef. “Halledip bir kenara koymak” falan yok yani, zehirlik mehirlik de hak getire o yüzden :)

    Yazıya düşebileceğimi söylediğim şerhlere gelince; ben bu şerh işini özellikle “mutluluk-huzur ayrımı” ve “kendi kendisine refer etmemek” gibi konulardaki kafa karışıklıklarımı yazıya dökmek olarak düşünmüştüm ama şimdi tekrar farkediyorum ki, bu meselelerde soru sormayı becerebilmek dahi marifet gerektiriyor. Kafam bir milyon ve nereden başlayıp nerede bitireceğimi hiç bilmiyorum, bu yüzden yazının ilerleyen kısımlarında darmadağın paragraflara, “ee, yani? ne demiş oldun sen şimdi?” diye sorarak sonlandırabileceğiniz pasajlara rastlamanız kuvvetle muhtemel. Ama şu anda başka türlüsü de pek elimden gelmeyeceği için kitabın ortasından bir yerden dalacak ve saçmaladığım yerlerde beni hoş görmenizi umacağım. (Ve biliyorum ki, sizler bunu yapmaktan imtina etmeyecek kadar iyi kalpli insanlarsınız :P )

    .

    Yazıyı ilk okuduğumda aklıma şu takılmıştı: Mutluluk ile huzur arasında bir ayrım yapmak mümkün mü gerçekten? Daha doğrusu, nasıl bir ayrım bu ayrım? Mutluluk ile huzuru ayıran ne? Neden Passive huzuru mutluluğa tercih ediyor? Neden Omelas’lılar o yitik ruhu kurtardıklarında daha az mutlu ama daha fazla huzurlu olacaklar? “Daha az mutlu ama daha fazla huzurlu olmak” – Bunun anlamı ne? Anlayabiliyor muyum ben bu hali, bu durumu, bu duyguyu?

    Önceleri, yani yazıyı ilk okuduğumda anlamıyordum. Şimdi de anlayabildiğimden emin değilim. Ama ikinci okuyuşumda bir şeyi sezer gibi oldum sanki. Daha doğrusu, eğer doğru anlayabildiysem, senin mutluluk ve huzur arasındaki ayrımı “suçluluk” ve “bedel ödemek” kavramları aracığıyla yaptığını farkettim. Ama yine de hala bu ayrımı tam olarak anladığımı iddia edebilecek değilim. Dahası, kendimce yorumladığım ve anladığımı sandığım haliyle bu ayrım meseleye dair daha fazla öngörü sahibi olmamızı sağlasa da, durumu tam bir vuzuha kavuşturamıyor benim nezdimde.

    Benim tarafımdan yarıda bırakılan (tekrar özür dilerim bunun için) mailleşmemizde, “sevmediğin mutlu insan halinin, sende varoluşa dair gamsızlığı, hayvanî olan dışında bir anlayış halini görmemeyi çağrıştırdığını” söylemiştin. Bu iyi bir başlangıç noktası olabilir. (Olmayadabilir gerçi, du bakalım) Ama önce bir ara not olarak ben bugüne kadar (hatta bugün bile) mutluluk deyince ne anlıyordum (ne anlıyorum), onu söyleyeyim de ileride karışıklık olmasın: Ben mutluluktan, bir tür rahatlığı anlıyordum/anlıyorum mesela. Fiziki yahut ruhi bir ızdırap duymama hali gibi bir şey. Durduk yere hafakanlar basmaması, bir şeylerin içini kemirmemesi ya da başının, dişinin ağrımaması vesaire vesaire.

    Mutluluktan nasıl bir şey anladığımı söylediğime göre, benim için mutluluk-huzur ayrımını anlamanın neden zor olduğu da görünür olmuştur artık: Çünkü böylesi bir mutluluğu aşacak, onun ötesine geçecek tek bir şey düşünebiliyorum: Coşku. Sadece bir rahatlıkla kalmayacak, o iç ve dış rahatlığını muhafaza ederken insanı daha öteye taşıyacak, insanın içini sürekli kıpır kıpır edecek, içini içine sığdırtmayacak bir his. Kaldı ki, bu da mutluluğa dahildir aslında. Söz konusu “rahatlık” hala oradadır çünkü. Ama senin huzurla böylesi bir coşkuyu kastetmediğin apaçık zaten.

    Muhtemelen konuyu tekrar toparlamakta çok zorlanacağım bir biçimde dağıtacak ama az önce aklıma bir şey geldi ve söylemezsem rahat edemem: “Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı” diye bir kitap var, Jonathan Lear’ın (Aylar oldu başlayalı ama daha yarısına gelemedim). O kitabın mutluluk üzerine olan ilk bölümünde Lear, Aristo’nun “Nikomakhos’a Etik”ini inceliyor ve Aristo’nun bu kitap aracılığıyla mutluluk kavramını, hayatın nihai amacı olarak dolaşıma soktuğunu ve böylece felsefi bir yaşam tarzını (yani düşünmeyi ve tefekkürü önceleyen bir yaşam tarzını) diğer yaşam tarzlarına üstün kılmayı hedeflediğini söylüyor. Yazarın kastettiği şey anladığım kadarıyla şu: Aristo, mutluluğu yaşamın hedefi haline getiriyor. Ama mutluğun ne olduğunu tam olarak belirlemiyor. Yine de çok hayati bir hamle yapıp mutluluğu bilinçle yani ruhla ilintilendiriyor, maddenin/bedenin değil, ruhun bir hali olarak anlıyor. Bu yüzden de gerçek mutluluk, maddeyle hiç ilişkisi olmayan maddeden tamamen bağımsız bir şekilde gerçekleşen bir şeyde aranmalıdır diyor. Nedir peki o: Düşünmek.

    Lear’ın vurguladığı husus ise şu: Dünya hayatı, sürekli bir şekilde maddeden bağımsız bir düşünce hayatına imkan vermez. Oturayım ve yalnızca tefekkür edeyim diye bir şey olmaz yani. Madde (beden) ruha mani olur, ona engel olur, onu sürekli ve kesintisiz bir tefekkürden alıkoyar. Maddenin olduğu, hareketin (ve değişimin) olduğu bir alemde de sürekli mutlu kalınmaz bu yüzden. Aristo bunu bilir, dolayısıyla mutluluğun esas olarak maddeden kurtuluşla (ölümle) gerçekleşeceğini ima edercesine konuşur ama bunu açıkça da söylemez. Çünkü böylesi bir mutluluk anlayışının belki de en öncelikli hedefi mutlulukla düşünmek arasındaki bağın vurgulanması ve insanların daha-çok-mutlu olmanın daha-çok-felsefi bir yaşam sürmekle doğru orantılı olduğuna ikna edilmesidir.

    Lear’ın söylediklerinin ne kadar tatmin edici olduğu bir kenarda dursun -ki çok da mühim değil galiba şu anda-; bana ironik gelen şey senin mutlulukta varoluşa dair bir gamsızlık görmenle Aristo’nun “nihai amaç olarak mutluluk” fikrini tam da o gamsızlığı savuşturmak için ortaya atması oldu. Eğer bugünün insanları mutlu olmak için varoluşa karşı kayıtsız kalmayı, kukumav kuşu gibi düşünmemeyi tercih ediyorlarsa Aristo’nun planı pek de tutmamış diyebiliriz belki :P

    (Aslında bu da çok su götürür bir konu; yani gamsızın mutlu olup olmadığı ya da daha doğrusu gamlıdan daha mutlu olup olmadığı pekala tartışılır demek istiyorum. Evet, “bilmek ızdıraptır” diye bir şey var ama “insan bilmediğinden korkar” diye bir şey de var; ve benim tecrübelerime göre korku, en dehşetli ızdırap türlerinden birisi.)

    Esas meseleye dönecek olursam, belki benim mutluluk dediğim şey senin huzur dediğin şeye denk düşüyordur da senin mutluluk dediğine ben haz diyorumdur falan. Böyle kavram karışıklıkları olabilir. Zaten bütün bunları yazarken acaba gereksiz laf oyunları mı yapıyorum, hakikaten kıymetsiz bir isimlendirme problemine mi takılıp kaldım diye de düşünüyorum bazen. Bu şüpheme rağmen, mutluluk-huzur ayrımının sadece teknik bir problem olmadığına inanıyor gibiyim. Yine Wittgenstein’a bağlayacağım ama, hazret “felsefenin bütün problemleri dilin yanlış kullanımından kaynaklanır” mealinde bir şeyler derken sanırım böyle bir şey kastediyordu: Mesela huzuru mutluluktan ayırır, ona belli-belirsiz bir anlam atfedip mutluluğun ötesinde bir yerlere koyarsak, belki de ulaştığımız ulaşacağımız en nihai şey mutluluk olduğu halde, biz mutluluğun da ötesinde bir şeylerin olduğu vehmiyle tatmin olmayıp ısrarla huzur diye muğlak bir şeyi aramaya kalkışabiliriz. O yüzden mutlulukta bize yetmeyenin, eksik kalanın, hala ihtiyaç duyulanın ne olduğunu tespit etmek mühim bence. Mutluluğun nesi eksik ki, huzura ihtiyaç duyuyoruz?

    Dün arkadaşlarla havadan sudan konuşurken bu ayrımı onlar da yapıyor mu diye merak edip sordum: “Mutluluk ve huzur arasında bir fark var mıdır? Varsa bu fark nasıl bir farktır? LeGuin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” isimli hikayesi bağlamında tartışınız” diye. Onlara göre de varmış: Ama sorunun ikinci kısmına tatmin edici bir yanıt alamadım. “Mutluluk daha somut bir şeydir, dünyevi şeylere ilişkindir, gülümsemek sırıtmak falan gibi gözle görülür etkiler doğurur, huzursa daha derunidir, gönlün itmi’nan bulmasıdır” gibi şeyler söylediler. İyi de, problem şu: İnsan mutlu olduğu zaman, içten bir şekilde “mutluyum” dediği zaman, tam da o esnada, yani mutlu olduğu esnada huzurludur da. Öyle değil mi? Yani mutluysa mesela, kalbi içten içe suçluluk duygularıyla yanmıyordur. Yoksa yanıyor mudur? Yanıyorduysa nasıl mutlu olabilir ki?

    Suçluluk demişken, hatırladım: Yazını ikinci defa okuduğumda mutlulukla huzurun arasını “suçluluk”la (ve dolayısıyla “bedel”le) ayırıyormuşsun gibime geldi. “Mutluluk’ta bir bedeli ödenmemişlik, yani bir suçluluk vardır. Mutlu insan aslında suçludur ve bu suçluluğu, bastıramadığı zamanlarda yüzeye çıkar, onu rahatsız eder. Huzurlu insan ise bedel ödemiş ve suçluluk duygusundan kurtulmuştur.” gibi. Bu anlayabildiğim bir ayrım. Omelas’lılar yitik ruhu kurtarsalardı suçluluklarından da kurtulacaklardı diyorsun. Ama sen böyle söyleyince, ben de şöyle söylemek istiyorum: Suçluluk duygusundan kurtulan insan, isterse ihtişamlı bir hayattan sefil bir hayata düşsün, yine de daha mutlu olur: Onu maddece daha sefil bir hayata düşüren eyleminin kendisine manaca daha üstün bir değer kazandırdığına inanır çünkü. Daha doğrusu, suçluluk gidince insan kendisinden daha bir memnun olur. Mutluluk, en nihayetinde insanın kendisinden memnuniyeti ile ilgili bir şey değil mi zaten? (Senin mutluluk tasvirin söz konusu olsa bile öyle değil mi? Yani isterse varoluşa dair bir gram kaygı taşımıyor olsun, isterse bütün hayatını yalnızca yeme-içmenin hazzına vakfetmiş olsun, bir kişi ancak kendi kendinden memnun olduğu anlarda mutlu olabilir, öyle değil mi?) Kendinden ne kadar memnunsan, o kadar mutlusun ya da tam tersi. Bu yüzden bana mutluluğun hakikatle ve tefekkürle bağlantılı olduğunu savunmak da zor bir işmiş gibi geliyor. (Gerçi ben yine “biraz” öyle olduğuna, yani tefekkürün insanı bir yandan paralarken bir yandan iyileştirdiğine, bir yandan dertlendirirken diğer yandan mutlu ettiğine inanıyorum. Ama bu bir bahs-i diğer, geçelim.)

    Bak, aklıma ne geldi şimdi: Farabi, Kitabu’l-Mille’de mutluluğu (saadet) ikiye ayırıyor: “Gerçek mutluluk” ve “gerçek olmadığı halde gerçek sanılan mutluluk” diye. (Bizim mutluluk-huzur ayrımımız da alttan alta böyle bir şeye işaret ediyordur belki: Mutluluk diye isimlendirdiğimiz hallerin aslında pek de mutluluk olmadığı şeklindeki inancımıza) Gerçek mutluluğu da “ruhun, maddeden ayrılabilecek bir seviyeye erişecek kadar yetkinleşmesi” diye tarif ediyor (Yani yanlış anlamıyorsam eğer, nihayetinde en büyük zevk akli zevktir, maddesiz saf akıllarla hemhal olmaktır, Tanrı’yı ve ay-üstü alemin akıllarını bilmek, bu bilme aracılığıyla onlarla birlikte olmaktır falan demeye getiriyor. Aristo’cu işte, n’olcak? :P ). Diğer bütün mutluluklar; aşık olmak, kahraman addedilmek, malın mülkün dibine vurmak vs. vs. buna kıyasla sahtedir, yalandır diyor. Maddeye bağımlıdırlar ve dolayısıyla gelip geçicidirler çünkü. Ama tabi Farabi ontolojisinde ruh-beden ikiliği var, ay-altı alem (maddeli alem) ve ay-üstü alem (maddesiz, saf akıllar alemi) ayrımı var, ruhun -eğer yetkinleşmesini tamamlamış ve maddeye olan bağımlılığından kurtulacak bir seviyeye ulaşmışsa- ölümle birlikte maddeden ayrılacağı, ay-üstü aleme yükselip oradaki akıllara katılacağı ve bitimsiz akli (entellektüel) keyiflere gark olacağı öğretisi var. Şimdi bütün bunların olmadığı, olanlarından da (ruh-beden ikiliği gibi) bayağı bayağı şüphe ettiğimiz (kendi adıma konuşayım ya da: “ettiğim”) bir dünyada “gerçek mutluluk”la “gerçek olmayan mutluluk”u nasıl ayıracağız? (Nihayetinde bütün bir Farabi ontolojisi bize -ya da en azından, bana- o kadar az şey söylüyor ki. Senin yorumda bahsettiğin anlamlar ve göndermeler dizgesinin bozulmasının sonuçlarından biri de böyle şeyler herhalde.)

    Soruyu böyle sorunca, nihayet, çok da saçmalamadığıma inanır gibi oldum: Huzur ve mutluluk ayrımından bahsederken sen, herhalde tam da böyle bir şeyi sormak istiyordum: Huzuru “gerçek”, mutluluğu “tırt” kılan şey nedir?

    “The whole city reeks of guilt” demişsin ya (bu arada Omelas’ta hiç bir edebiyatçı-şair-filozof olmadığı şahane bir tespit hakkaten, hiç farketmemiştim daha önce. Bir sürü yeni bağlantı doğurdu bu tespit kafamda), bunun üzerine tekrar döndüm hikayeye, “mutluluk” ve “suçluluk”la alakalı neler var diye? Yine kafam karıştı: Ursula bir yandan Omelas’ın sakinlerinin “sınırsız ve cömert bir mutluluk” sahibi olduklarını söylüyor, “bildiğim bir şey varsa eğer o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı” diyor. Diğer yandan, Omelas’lılar o çocuğu gördüklerinde, akıllarına getirdiklerinde bariz bir suçluluk duyuyorlar. “Suçluluk duygusu var, orada şehrin her bir bireyinin içinde bir yerlerde duruyor işte” diyor insan kendi kendine hikayeyi okuduğunda. Ama sonra şunu farkettim: Omelas’lılar, suçluluk duymuyorlar aslında. Buna ister bastırma de, ister yok etme, anlamsız kılma vs., Omelas’lılar o çocuğun eziyet çekmesinin “oyunun kuralı” olduğuna, ellerinden bir şey gelmeyeceğine, bunun “gerçekliğin korkunç adaleti” olduğuna inandıklarında suçluluk duygusu da kalkıyor ortadan. Artık onlara göre suç Omelas’lıların değil çünkü, bir suç varsa eğer, o da kuralı koyanın. (Belki bir suçlu bile yok ortada, durum basitçe gerçekliğin adaletsiz oluşundan ibaret)

    Senin “edebiyatçılar olsaydı, çekip çıkarırdı onların içinden suçluluğu” deyişin çok haklı bence de, o yüzden yok ortada bir edebiyatçı ya da bir filozof (filozofları çok severim, onları edebiyatçılardan ayrı tutmaya gönlüm razı olmaz :) . Ama eğer edebiyatçılar yoksa, eğer Omelas’lılar suçluluk hissetmiyorlarsa, eğer Omelas’lılar memnunlarsa hallerinden o çocuğu kurtarmak neyi değiştirir onlar için? Edineceklerini söylediğin huzurun, zaten sahip olduğu mutluluktan farklı olarak sunabileceği ne vardır onlara?

    Bana öyle geliyor ki bahsettiğin huzur, yalnızca gerçekliğin adaletsizliğine teslim olamayanlar için var. Gerçekliğin adaletsizliğini kabullenemeyenler, suçluluğu bir türlü kendilerinden öteleyemenler ve aslında bu yüzden mutlu da olamayanlar için. Onların da yapabilecekleri tek şey var: Bırakıp gitmek. Çocuğa bir hayırları dokunmayacaksa da, en azından çocuğun azabına karşılık kendisi için bir şey (mutluluk) almamak. Omelas’ı reddetmek, Omelas’ın kurallarını reddetmek. “Ben sizin yaptıklarınızdan beriyim” demek belki. (Bir gece vakti çocuğu kurtarmak, kaçırmak vs. çözüm değil; çünkü senin eyleminin bedelini diğer Omelas’lılar ödeyecektir bu sefer. Başkalarına bedel ödetmek olur yine bu.)

    Senin tespitinin bana şahane gelen bir başka yönü de şu: Edebiyatçılar ve filozoflar olsaydı eğer şehirde, onlar belki de, kalmanın ve çocuk için çabalamanın olası bir yolunu temsil edeceklerdi sanki. Şehre suçluluk duygusunu sokarak, şehri “böyle bir pazarlığın çirkinliğine” ikna etmeye çalışarak çocuk için bir şeyler yapacaklardı. Tıpkı Omelas’ı terkedenler gibi kendi mutluluklarını kenara iteleyecek, ama onlardan fazla olarak çocuğun mutluluğu için de çabalayacaklardı. Le Guin belki de bu yüzden, yani okuyucuyu karşı karşıya bırakmak istediği ahlaki ikilemin, çaresizlik duygusunun şiddetine zeval getirmemek için hiç mi hiç dem vurmamıştır edebiyatçılardan, kimbilir.

    Neyse, çok uzattım, farkındayım. Benim sorunum da bu biraz. Lafı uzatmamayı, dolandırmamayı, kısa yazmayı beceremiyorum. Uzun yazmak da çok zorluyor, çok vakit alıyor, tembel işi değil pek. O yüzden genellikle yazmıyorum, düşündüklerimi kendime saklıyorum :P Mesela bunu yazacağım diye canım çıktı, üç defa oturdum, kaç yeri sildim yeniden yazdım, bilmiyorum. Ama şikayetçi olduğum sanılmasın, aksine çok memnunum halimden. Yazı yazmak beni mutlu ediyor bir şekilde. Yazabilince yani, mutlu oluyorum. Yazamayınca da içime dert oluyor. Ama genellikle yazamıyorum tabi, tembellikten falan.

    Bu arada yazmak dedim de aklıma geldi: Ben o bahsettiğim sunumu sana gönderirim elbette de, onu kırık dökük bir ingilizceyle yazmıştım ben (şimdi bile ingilizcem hayli sarsak, eskiden iyice berbattı). Hem de zaten iki sene oldu yazalı, kesin saçma sapan bir sürü şey söylemişimdir. Aklımın bir köşesinde, ilk fırsatta o metni elden geçirip upgrade edilmiş bir versiyonunu Türkçe yazmak var. Seni biraz bekleteyim o yüzden. Eğer yapabilirsem yakın bir zamanda bahsettiğim değişikleri, yeni versiyonu gönderirim. Yok eğer umut kesersem upgrade işinden, eski versiyonu yine yollarım. Olur, değil mi?

    Bir de (tamam, bu son) ilk mailimde unutmuşum, bu yazının altındaki şahane yorumu ve kendi blogundaki yine pek şahane tartışmalarınıza vesile olduğu için justine’e de ayrıca teşekkür ederim. Çok şey öğrendim, çok keyif aldım o yazılardan.

    Selamlar, sevgiler…

    ______
    P.S. Dücane, “insanın kendi kendine refer etmemesi” falan… Onlar kaldı hep. Ama onları sonra da konuşuruz, benim yine ödevlerime mödevlerime dönmem gerekiyor. Zaten hep aynı şeyleri söyleyip duruyorum ben. Bütün diyeceklerimi tek seferde tüketip lafsız sözsüz kalmayayım sonra :)

  6. P.S.2. Bu arada, “günün sonunda”ların yazılış tarihlerine baktım: Senin yazının tarihi 9 Nisan 2009, Faruk Ahmet’in bana gönderdiği mailin tarihi 13 Kasım 2009. Seninki daha eski bir kaynak yani ve haklısın, daha eskisi dururken daha yeni bir kaynağa başvurmak pek makbul değildir “bizim meslek”te.

    O esnada, içses: Damn! Akademisyenliğime leke geldi, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. “Çok başarılı, çok titiz bir akademisyendir. Yazılarının noktasına virgülüne bile büyük özen gösterir” denmeyecek arkamdan. Oysa bir umuttu hep, gönlü besleyen :(

“Çıldırma hakkı”

Cennet: Varsayım, hayal, düş, ütopya, arzu, kutsal vaat, gelecek… Cehennem: Olgu, gerçek, gerçeklik, distopya, kutsal ceza, dün ve bugün…

Aslına bakılırsa, her ütopya kendi gizil cehennemini de taşıyor heybesinin bir gözünde. Ve yine aslına bakılırsa, cenneti ve cehennemi aramaya gerek yok. Cennet burası idi, cehennemse burası.

Gene de umutsuz yaşanmıyor işte. Yitirilen cennete ağıt yakmak yerine, kendi ellerimizle yarattığımız cennetten bozma cehennemi daha katlanabilir hale getirmenin yollarına bakmalı. O yoldaki adımlar biraz biraz umut sağlıyor insana. Yürürken düş kurmanın da zararı yok faydası var. Cehennemimizin ne idüğünü en az sözle en vurucu biçimde suratımıza çarpan Eduardo Galeano‘nunki gibi meselâ:

***

“(…) Asla açıklanmayan düş kurma hakkımızı kullansak nasıl olur acaba? Bir anlığına çıldırsak nasıl olur? Hadi o zaman, bakışlarımızı bugünün alçaklıklarının ötesine dikelim ve hep birlikte farklı bir olası dünyayı düşleyelim:

* Hava insanların tutku ve korkularından doğanlar hariç, bütün zehirlerden temizlenecek;

* sokaklarda otomobiller köpekler tarafından ezilecek;

* insanlar otomobil tarafından yönetilmeyecek, bilgisayar tarafından programlanmayacak, ne süpermarket tarafından satın alınacak ne de televizyon tarafından seyredilecek;

* televizyon ailenin en önemli üyesi olmayı bırakacak, ona da ütü ya da çamaşır makinesi gibi davranılacak;

* insanlar, çalışmak için yaşamak yerine, yaşamak için çalışacak;

* ceza yasalarına, tıpkı ne söylediğini bilmeden şarkı söyleyen kuş ya da ne oynadığını bilmeden oyun oynayan çocuk gibi yalnızca yaşamak için yaşamak yerine, sahip olmak ya da kazanmak için yaşayanların işlediği aptallık suçu da eklenecek;

* hiçbir ülkede, askerlik hizmeti yapmayı reddeden delikanlılar cezaevine gönderilmeyecek; tersine, askerlik yapmak isteyenler gönderilecek;

* iktisatçılar tüketim seviyesine yaşam düzeyi, mal çokluğuna yaşam kalitesi demeyecekler;

* aşçılar ıstakozların canlı canlı haşlanmaktan hoşlandığını düşünmeyecekler;

* tarihçiler ülkelerin işgal edilmekten hoşlandıklarını düşünmeyecekler;

* politikacılar yoksulların vaat yemekten hoşlandıklarını düşünmeyecekler;

* ciddiyetin bir erdem olduğuna inanılmayacak ve kimse kendisiyle dalga geçmekten aciz birini ciddiye almayacak;

* ölüm ve para sihirli güçlerini kaybedecek; ne ölüm ne de servet bir rezili erdemli bir beyefendiye dönüştürecek;

* hiç kimse kendi çıkarına en uygun olanı yapmak yerine, doğru olduğuna inandığını yaptığı için kahraman ya da aptal olarak görülmeyecek;

* dünya artık yoksullara karşı savaşta olmayacak, yoksulluğa karşı savaşacak ve silah endüstrisinin iflasını ilan etmekten başka çaresi kalmayacak;

* yiyecek bir mal olmayacak, ne de iletişim bir ticaret olacak, çünkü yiyecek ve iletişim bir insan hakkıdır;

* kimse açlıktan ölmeyecek, çünkü kimse hazımsızlıktan ölmeyecek;

* sokak çocuklarına çöp gibi davranılmayacak, çünkü sokak çocukları olmayacak;

* zengin çocuklarına para gibi davranılmayacak, çünkü zengin çocukları olmayacak;

* eğitim, parasını ödeyebilenlerin ayrıcalığı olmayacak;

* polis onu satın alamayanların laneti olmayacak;

* adalet ve özgürlük, ayrı yaşamaya mahkûm edilmiş bu siyam ikizleri, tekrar birleşecek, sırt sırta iyice yapışacaklar;

* siyah bir kadın Brezilya devlet başkanı olacak ve bir başka siyah kadın ABD başkanı olacak; bir Yerli kadın Guatemala’yı yönetecek, diğeri Peru’yu;

* Arjantin’de Plaza de Mayo’nun deli anneleri birer ruh sağlığı örneği olacaklar, çünkü onlar zorunlu bellek kaybı dönemlerinde unutmayı reddettiler;

* Kutsal Ana Kilisesi Musa’nın kurallarındaki hataları düzeltecek ve altıncı emir bedeni şenlendirmeyi emredecek;

* kilise Tanrı’nın unuttuğu diğer bir emri dikte edecek: ‘Parçası olduğun doğayı seveceksin’;

* dünya çölleri ve ruh çölleri yeniden ağaçlandırılacak;

* umutsuzlar umutlanacak, kaybedenler bulacak, çünkü onlar o kadar çok umutlanmaktan umutsuzluğa düştüler ve o kadar çok aramaktan kaybettiler;

* nerede doğmuş olursa olsun ve ne zaman yaşamış olursa olsun, haritaların ve zamanın sınırlarına en ufak bir önem vermeden adalet ve güzellik isteği duyan herkesin çağdaşı ve yurttaşı olacağız;

* mükemmellik Tanrıların sıkıcı ayrıcalığı olmaya devam edecek; ama bu sakar ve savruk dünyada her gece son geceymiş, her gün ilk günmüş gibi yaşanacak.”

(*) Eduardo Galeano, “Tepetaklak [Tersine Dünya Okulu]”, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yayınları, 2006, ss. 306-308.

“Serbesti öyle birşeydir ki sizi kuşatan havadır”

Bu, benim en sevdiğim blogum. Öksüz kaldı; ne sahibi uğruyor bahçesine ne de takipçileri artık. Ama ölmesine izin vermeyeceğim yine de. Direnecek. Ben demesem bile o, “insanlıktan umut kesilmez” diyerek.

Radikal gazetesinde Gökçe Aytulu‘nun yazısı vesile olsun bu yılın buradaki ilk ve son postuna. Serbest Fırka deyince akla ilk gelen isim olan Ahmet Ağaoğlu‘nun Serbest İnsanlar Ülkesinde adlı kitabından bahsetmiş yazısında köşeyazarımız, “82 yıl önce yazılan Türkiye siyasetinin ilk ütopyası her döneme ışık tutuyor.” diyerek. Kendim birşeyler yazmaya üşeniyor ve onun yazısını buraya aktarmakla yetiniyorum.

***

Agaoglu-Ahmet-Serbest-Insanlar-Ulkesinde__61794882_0

“(…) Serbest İnsanlar Ülkesi, edebiyatımızda çok da örneğine rastlamadığımız bir ütopya. Hatta yanılmıyorsam yakın Türkiye tarihinin ilk ütopyası.  1930 yılında Ahmet Ağaoğlu tarafından kaleme alınmış. Adından da anlaşılacağı üzere ‘Serbest İnsanlar Ülkesinde’, Thomas More’un Ütopya’sı, Campanella’nın Güneş Ülkesi’nin yerli versiyonu sayılabilir. Diğerleriyle kıyaslandığında Ağaoğlu’nun ütopyası gerek hitap ettiği düzen açısından gerekse günümüz için oldukça ‘naif’ sayılabilir. Ancak anlamı büyük. Ağaoğlu’nun ‘Cumhuriyetin manevi cephede ideolojisini kendime göre kurmak cüretinde bulundum’ dediği eseri, esaretten kurtulmuş bir Türk kahramanın ‘hür ve serbest bir ülkeye seyahatini’ konu alıyor. ‘Ben bir esir idim; hür olmak istedim. Zincirlerimi kırdım, kalenin duvarını deldim ve açığa çıkarak derin bir nefes aldım’ diyen kahramanımız yürümeye başladığı yolda iki tabela görür. Sol tarafa giden yol hürriyet yoludur, sağ tarafa giden yol ise kölelik yolu.  Sol tarafı seçip sabaha kadar yürüyen kahramanımız sonunda Serbest İnsanlar Ülkesi’ne ulaşır. Burası alışık olduğundan tamamen farklı bir yerdir. Yalanın ve muhbirliğin yasak olduğu, korkakların vatandaşlıktan çıkarıldığı, eleştirinin kutsal sayıldığı bir ülkedir. Böyle bir yere adapte olmakta zorlanan kahramanımız, ne yapıp edip Serbest İnsanlar Ülkesi Vatandaşı olmayı kafasına koyar. Gelgelelim özgürlük kavramını ve uyması gereken kuralları bir türlü kafasına oturtamaz. İzah ederler: ‘Hürriyet bir güldür, çiçektir. Onun da tutması ve yetişmesi için tabiatın istediği şartlara bakmak lazımdır. Bazen siz istibdadı (baskı rejimi) yıkılmış zannedersiniz ve fiilen istibdadın görünen alametleri kalkmış bulunur. Fakat hakikatte ise onu her tarafta yaşar bulursunuz. Mesela ağızları köpük dolusu hürriyet isteyenler görürsünüz ki komşusunun hürriyetine tahammül edemezler. Çünkü hakikatte istibdadın tahtı henüz kırılmamıştır, ruhlardan, gönüllerden sökülüp atılmamıştır.’ Kahramanımız özgürlük kavramını anlamak için ülkede bir seyahate çıkar. Bir parkta üç gösteri vardır. Bir gösterici hükümeti eleştiriyordur. Politikada yapılan hatalardan, artan işsizlikten dem vuruyordur. Başka bir gösteride ise yaşlı bir adam, genç neslin maddiyat düşkünlüğünü kıyasıya eleştiriyordur. Üçüncü mitingde ise bir kadın ‘Nasıl olur da kadının yetiştirdiği oğul siyaset makamına gelir de kendisi gelemez’ diyerek siyasi haklar ve kadın-erkek eşitliği üstünden sert bir eleştiri yapıyordur. 
Kahramanımız gördüklerinden çok etkilenir. Daha sonra parlamento ve üniversiteyi ziyaret ederek, Serbest İnsanlar Ülkesi hakkında daha çok bilgi edinir. Ve bir ‘hürriyet yemini’ ederek vatandaşlığa girmeye hak kazanır. Sonrasında da şöyle bağlar sözlerini: 
’Bu diyara gelmeden benim hayatım bir otun hayatından daha aşağı imiş. Zira ot, tabiat kanunlarına göre bitiyor, büyüyor ve ölüyor. Halbuki ben bu kanunların haricinde bin bir kuvvetin mahkûmu idim. Fikir köleliği, his köleliği, hareket köleliği benim kaderim idi. Düşünen, duyan, yaşayan başkası idi. Ben, ben değildim. Onun gölgesi, karaltısı, heyulası idim! Hülasa ben yoktum, bir efsane idim. Şimdi anladım ki ben hürriyet meleğinin âşığı olmuşum!’

Tesadüf olabilir mi bilmem ama Ağaoğlu’nun eseri, bir siyaset ütopyası sayılan Serbest Fırka’nın kuruluşundan iki ay önce yazılmış. Özgürlüklerin kısıtlı olduğu o günlerin atmosferinde İnönü ve Ağaoğlu arasında geçen şu diyalog da bu ütopyanın özeti sayılabilir:

İsmet İnönü: Meclis’te serbestsizlikten bahsettiniz. Siz ne zaman söz istediniz de verilmedi? Veyahut söylemekten men edildiniz?

Ağaoğlu: Resmen cevap isterseniz hiçbir zaman, fakat hakikati isterseniz daima! Çünkü serbesti öyle bir şeydir ki sizi kuşatan havadır. O hava kurutulursa elbette ki kimsede ne söz istemek, ne söz söylemek isteği kalır.’

İşte Serbest İnsanlar Ülkesinde, o günlerin doğurduğu bir eser. Ama 82 yıl sonra bile bu ülkenin tek ütopyası olması da ayrı bir ironi.”

Ütopya ve mimari

Halil Berktay‘ın ütopya[cılık]a ilişkin bakış açısını kendi getirdiği bağlamda kabul etmekle birlikte, ütopya üzerine böylesine bir blog açtığıma göre, değerli hocanın, ütopistlerin ironiye yaslanmış yaklaşımlarını es geçtiğini düşünüyor oluşumdan dem vurabilirim. Neyse, bu konuya sonra değiniriz. Şimdi ben başka şey yapmak, sizi bir dergideki özel dosyadan haberdar etmek istiyorum: Mimarist dergisinin Kış 2005 tarihli 18. sayısındaki “Ütopyalar, Anti-Ütopyalar” dosyasından. Derginin genel yayın yönetmeninin yazısındaki şu paragrafı hocamızı gülümsetecektir aslında:

“‘Bir Utopia şehrini bilen, hepsini bilir. Çünkü, bölge özellikleri dışında, bütün şehirler birbirine benzer.’ Thomas More‘un 1516 yılında yayımlanan Utopia kitabındaki “Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote Üstüne” bölümü bu sözlerle başlar. Aradan yıllar geçmiştir, karşımıza kentlerle ilgili başka ütopyalar çıkar: ‘Le Corbusier‘nin Paris (ya da bütün büyük kentler) için hazırladığı plan, II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra tasarlanmıştı. Merkeze yakın bir yerde, herbiri altmış katlık yirmidört gökdelen yükseliyordu; bu büyük kompleksler, topluluğun ticaret gereksinmelerinin yerine getirilmesi için hizmet verecekti; bunları çevreleyen parklarda, lüks lokantalar, tiyatrolar ve mağazalar bulunuyordu… Caddeler değişik hızlarda giden değişik türlerde taşıt araçlarına akma olanağı sağlamak üzere üç katlıydı.’ (Martin Meyerson, Cogito, sayı 8, yaz 1996) Böylesi bir kentte yaşamak da, Paris’i bu şekilde görmek de istemezdim doğrusu.”

Tarayıcım olsaydı, dosyayı olduğu gibi buraya aktarmak isterdim. Onun yerine şimdilik sadece sunuş yazısını buraya aktararak, konuyla ilgilenebileceklerinizin dikkatini çekmekle yetineyim –tarayıcı edindiğimde dosyadaki yazılara tekrar döneceğim. Ayrıca, sahaflarda bulabilirsem Arredamento Mimarlık dergisinin 2000/5, 2002/11, 2004/3, 2005/9 sayılarıyla Siyahi dergisinin 2005/6 sayısındaki içerikten de alıntılar yapmak istediğimi ve “mimari, şehirler ve ütopyalar” konusunu sürdüreceğimi belirteyim. Dosya içeriğine ilişkin bilgi şöyle:

“Mimarların ütopyalar ve antiütopyalar ile ilişkilerini irdelemeyi amaçladığımız dosyamız, Günhan Danışman‘ın giriş yazısıyla [‘Ütopya, Mimarlar, Anti-Ütopya’] başlıyor. Ardından, Yücel Gürsel ‘Düş ve Düşülke Üzerine Çeşitlemeler’inde ‘düşülke’ dediği ütopyaların, insan yaşamının tüm tarihinden, birikiminden, yoksulluğundan, yoksunluğundan, çelişkilerinden, umutlarından, olanaklarından ve olasılıklarından beslendiğini vurguluyor. Kubilay Önal, ‘Mimarlara Masallar veya Bir İç Sıkıntısı’ başlıklı yazısında ütopya ve distopya kavramlarına değindikten sonra tartışmasını, ‘İstopya’ (İstanbul ütopyası) kelimesine bağlıyor. Gürhan Tümer, mimarlık-ütopya bağlamında Sovyetler Birliği’nin erken dönemlerindeki mimari etkinliklerin ütopik boyutlarını ele alıyor. Tarihte ütopya ve mimarlık ilişkisini ele aldığı makalesinde Evren Erdem, mevcut olumsuzlukların var olmadığı ideal bir toplum imajının zihinlerdeki varlığının, sağlıklı bir toplumun aşamalarının belirlenmesinde etkili olacağını vurguluyor. Bora Özkuş, 1960’ların avangart mimarlığında yerini alan, teknoloji üzerine kurulmuş bir geleceğin eğlenceli ve popüler temsili ‘Archigram’ı irdeliyor. Ruth Eaton, Almancadan çevirdiğimiz kısa yazısında, Archizoom ve Superstudio’nun antiütopik yaklaşımlarına değiniyor. Son olarak Pelin Tan, mimar-yazar Peter Lang ile yaptığı söyleşide, farklı toplumsal ve kültürel dönemleri analiz ederek radikal mimarlık hareketlerini sorguluyor ve günümüze yansımalarını, küreselleşme ve modernizm sonrası yaklaşımlar içerisindeki yerini araştırıyor.”

Utopos okurlarının (özellikle mimar okurların) katkılarını beklerim.

Hayalin devrimciliği

“Hayal kurmak bireyden başlar, kişisel bir iş gibidir ilkin. Ancak Michel Foucault‘nun da belirttiği gibi en temelde insanın kendisi ile kurduğu ilişki, onun toplum, siyaset ve en nihayetinde dünya ile kurduğu ilişkinin dayanak noktasıdır. Bu durumda, hayal kurmak belki de en politik, en isyankâr, en devrimci kalkışmadır. Çünkü hayal kurmak, insanın kendi hayatıyla beraber tüm bir toplumun ve dünyanın da halihazırda süregiden durumundan hoşnut olmadığını, başka türlü bir hayat arzuladığını ve bu başta türlü hayat için mücadele ettiğini gösterir. İşte yaşadığımız dünya, şu anki ‘gerçeklik’ten memnun olup hayalleri ve farklılığı bastıranlar ile hayal kurup o gerçekliği çoğullaştırmaya çalışan, ‘olanı’, ‘olması gereken’ olarak kabul etmeyenler arasındaki bir mücadeleyle biçimlenmektedir.

Her mücadele gibi hayal kurmak da elbette bir emek işidir. Hayal kurmak, düşünmeyi, bizlere ‘gerçek’ olarak dayatılanı sorgulamayı, farklılığı ile var olmak için direnmeyi gerektirir.”

“Başka Dünyalar Mümkün [Bilimkurgu, Siberpunk ve Siyaset]” adlı kitabı* derleyen K. Murat Güney‘in önsözünden alıntı yaptım. Kitabın ikinci bölümü, ütopya, distopya ve heterotopyalara ayrılmış. H.G.Wells‘in bir makalesi, “Mülksüzler” dolayımında Ursula Le Guin ve ütopyacılığına ilişkin olarak sırasıyla anarşist, marksist ve postyapısalcı (Foucaultyen) birer eleştiri ile bir de söyleşi var. Bu kitabı okumadıysanız okuyun derim.

(*) K. Murat Güney (der.), “Başka Dünyalar Mümkün [Bilimkurgu, Siberpunk ve Siyaset]”, çev: C. Özden, E. Çopuroğlu, F. Bozçalı, G. Pusar, Ö. Karakaş, U. Güney, Varlık Yayınları, 2007.

“…Ama yazabiliriz”

Stanislaw Lem ile birlikte, çok sevdiğim bir yazar da Ursula LeGuin‘dir. Okumadıysanız, meselâ, Lem’in “Gelecekbilim Kongresi”siyle Le Guin’in “Hep Yuvaya Dönmek”ini okuyun derim. Kitapların arka kapak yazıları –biraz da, ne de olsa reklamcılığımın içeriden okuyuşuyla– beni, iyiniyetliyseler tatmin etmez, kötüniyetliyseler de pek kandıramaz. Ama şimdi size tam da bir arka kapak yazısını okutmak istiyorum, hem de tümüyle. Sonra da kitaptan birkaç alıntı yapacağım.

***

“‘Ütopyalar imkânsızdır. Ama yazabiliriz’ diyen fantastik edebiyat ve bilimkurgu ustası Ursula Le Guin, içinde yaşadığımız çağla hesaplaşmak için geleceğe bakmayı sürdürüyor. Le Guin’in ütopyacı düşgücünün en yaratıcı örnekleri arasında sayılan Hep Yuvaya Dönmek, ilk satırlardan da anlaşılacağı üzere, geleneksel bir roman değil. Öykü, şiir, mit, halk masalı, drama, deneme ve belge gibi çok çeşitli biçimleri göz kamaştırıcı bir ustalıkla kaynaştıran bu kitap, uzak geleceğe ait kurgusal bir etnografya olarak tasarlanmış.

Hep Yuvaya Dönmek, henüz var olmayan bir coğrafyada, bundan yüzlerce, belki binlerce yıl sonra yaşadığı varsayılan Keş halkının dünyasını anlatıyor. Keşler, insanlığın kendini yıkıma sürüklemesinin ardından, Kuzey Kaliforniya’da, Na Vadisi’nde yaşayan barışçı bir halktır. Le Guin, Keş halkının etrafına inanılmaz bir ayrıntı zenginliğiyle ördüğü toplumsal ütopyayı bize karış karış tanıtırken, belki de ABD’nin Amerikan yerlilerine olan borcunu ödüyor; çünkü bu hayali halkla Amerikan yerlileri arasındaki benzerlikleri gözden kaçırmak olanaksız. Vadi’nin dokuz kasabasından Sinşan’da doğmuş bir kız çocuğu olan Kuzey Baykuşu’nun yaşam öyküsü etrafına eklemlenen bu kapsamlı etnografya, modern kapitalist toplumun karşı tezi denebilecek bir toplumsal yaşam önermesini etkileyici bir ikna gücüyle ilmek ilmek dokuyor.

Keşler, insan-doğa ilişkisinden başlayarak, hiçbir yanı bugün içinde yaşadığımıza benzemeyen bir dünyada yaşıyorlar. Zamanın, çizgisel olmaktan çok, mevsimlik danslarla belirlenen döngüsel bir seyir izlediği bu dünyanın belki en temel özelliği, ilerlemeci ideale yabancı olması. Farklılıkların olduğu gibi kabul edildiği bu toplumda, değişim, bir ilerleme ya da gerilemeye değil; sadece değişime işaret ediyor. Keşler, dünyanın geri kalanında neler olup bittiğiyle pek ilgilenmedikleri gibi, başlangıç ve sonuçlarla da ilgilenmiyorlar. Merkezi kültürel kavramları, her şeyin hem birbirine bağlı kalıp hem de birbirinin etrafında hareket etmesini sağlayan ‘Eklem Yeri’.

Le Guin’in olağanüstü yaratıcı imgelemi, Keşlerin dünyasına bugün aşina olduğumuz etiketleri yapıştırmayı çok güçleştiriyor. Bambaşka bir toplumsal örgütlenmeye ve bambaşka ruhani değerlere dayanan Keş yaşantısını tanımanın, bu hayali toplumun özgürleştirici havasını solumanın tek yolu, Kuzey Baykuşu’nun peşine takılarak Vadi halkının arasına karışmak. Ursula Le Guin, okurda şiddetli bir özlem uyandıran, içinde boğulmakta olduğu yaşam biçimini tekrar tekrar sorgulamaya iten, heyecan verici ve inandırıcı bir ütopya yaratmış. Vadi insanları arasında yaşayacağınız bu mutlu kaçamaktan kendinizi yoksun bırakmayın.”

***

“Bizim düşünce tarzımızın temelinde ikili karşıtlıklar vardır: Açık-kapalı, sert-yumuşak, doğru-yanlış vb. Bu düşünce tarzı anlatılara ilişkin sınıflandırmamıza da damgasını vurur. Anlatı ya olgusaldır (kurgusal değildir) ya olgusal değildir (kurgusaldır). Ayrım son derece nettir. ‘Romanlaştırılmış yaşam öyküsü’ veya ‘kurgusal olmayan öykü’ türünden zayıf edebiyat türleri bunu görmezden gelmeye çalışsalar da ancak ayrımın ne denli sağlam olduğunu kanıtlarlar.

Vadi’de bu ayrım derece derece ve karmakarışıktır. ‘Olmuş bir şeyi anlatan’ metinlerle ‘bir şeyi olmuş gibi anlatan’ metinler arasında, ne tür, ne üslup ne de değer açısından hiçbir kesin ayrıma gidilemez. Kimi romantik öyküler ve masalların gerçek olaylar üzerine kurulu olduğu kesindir. Ciddi tarih yazıları arasında bir bölümünü, değil gerçek, olası sınıfına bile sokamayız. Fark da zaten bu noktada; nerede ve hangi gerekçelerle durup ‘Gerçeklik burada biter’ dediğimiz yerdedir.

Keş edebiyatında olgular ve kurgular açık seçik ayrılmamış olsa da doğruluk ve yanlışlık ayrımı netti. Bilinçli bir yalan (kara çalma, böbürlenme, palavra sıkma) edebiyat ışığında değerlendirilmez, neyse o isimle anılırdı. Bizim sınıflandırmamız bu konuda belki daha fazla muğlaklık taşıyor. Ayrım niyette yatıyor ve biz niyeti hiç göz önüne almıyoruz; Keşlerin yalan diye niteleyip bir kenara koyacağı propagandayı, gazetecilik ya da kurgu sınıfına sokabiliyoruz.”*

***

İşyerindeki talimatlardan, özel görüşme kayıtlarından büyükannemizin masallarına kadar söylenen her sözün teybe alınmasını, Bellek bankalarında saklanmasını, kâğıda geçirilmesini, yazılmasını, basılmasını, kütüphanelere konulmasını uygun görür ve ister gibiyiz. neden bu kadar çok sözümüzün saklanması gerektiğini, neden sözlerimizi yazacak kâğıtlar yapmak için ormanlarımızı kesmek, kelime işlemcilerimize elektrik sağlamak için ırmaklarımıza barajlar kurmak zorunda olduğumuzu açıklayacak çok kimse yoktur belki de. Bir şeylerden korkmuş, bir şeyleri telafi etmeye çalışır gibi, inatla böyle yapmayı sürdürüyoruz. Belki ölümden korkuyor, sözlerimizin sadece söylenip kaybolmasından, yerlerini yeni sözlerin doğacağı sessizliğe bırakmasından korkuyoruz. Belki de toplumu, yitik ve yerine yenisi konulamaz cemaati arıyoruz.”**

***

“Sözcükler için geçerli olan, şeyler için geçerli olmayabilir. Birbirinin tersi iki lafın ikisi birden doğru olamaz demek, zıt şeyler var olamaz demek değildir. Sözcük şeyin kendisi değildir. Sözcüğün ve şeyin ayrı ayrı yolları vardır. Kasabayı oluşturanın taş, kil ve ahşap olduğu da doğrudur; kasabayı oluşturanın insanlar olduğu da doğrudur. Bu sözler birbiriyle çelişmez. Kuşun uçuşuyla rüzgârın esişinin bir tüyün düşmesine yol açtığı da doğrudur; yolumda bu tüyü bulduğumda benim için düşmüş olduğunu anlamam da doğrudur. Bu sözler birbiriyle kısmen çelişir. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu da doğrudur; her şeyin hiçliğin üzerindeki aldatıcı bir hayalden ibaret olduğunu söylemek de doğrudur; her şeyin var olduğunu söylemek de doğrudur, hiçbir şeyin var olmadığını söylemek de doğrudur. Bu sözler birbiriyle bütünüyle çelişir. Yaşamımızın sözcükleri, bu sözleri bir arada tutan ve ayıran ilmeklerdir. Dünya bir kanyonun iki duvarı arasındaki, uçurumun dibindeki ırmağın iki yakası arasındaki köprüdür. Sözcükler ise bir o yana, bir bu yana uçan kuşlardır. Aynı anda iki yerde birden olamazlar. Ama bir o yana, bir bu yana gidip gelebilirler. Köprünün bir ucundan diğerine geçmek kişinin bütün bir ömrünü alabilir. Ama kuşlar şarkı söyleyerek, bir yakadan ötekine seslenerek, kanyonun üzerinde bir o yana, bir bu yana uçarlar.”***

(*) Ursula Le Guin, “Hep Yuvaya Dönmek”, çev: Cemal Yardımcı (İngilizceden), Ayrıntı Yayınları, 2004, s. 505.
(**) age, s. 508.
(***) age, s. 324.

Yazarların ve senaristlerin “yarın”ı…

Necip Özbey, bir bilimkurgu kronolojisi hazırlamış. Şuradan inceleyebilirsiniz. Sunusunda “Bu kronoloji genel olarak Bülent Somay’ın Metis Çeviri Bilimkurgu Özel Sayısı’nda yayınladığına Zühtü Bayar’ın ‘Bilimkurgu ve Gerçeklik’ kitabında Türk ve Osmanlı bilimkurgu edebiyatı tarihinden ekledikleriyle elde edilmiştir. Ben MÖ 340’ta Platon’un yazdığı ütopik ‘Devlet’ ve MÖ 350’de Atlantis’ten bahsettiği ‘Timovs ve Krityas’ eserlerini dikkate almadım. Türk yazarlar ve BK sinemasıyla ilgili bir iki satır daha ilave ettim.” diyor. Epey önce dikkatimi çekmişti bu çalışması da bir türlü üzerinde durma fırsatı bulamadım. Şimdi de bulmuş değilim, sadece haberiniz –ve olursa katkınız– olsun istedim, daha sonra bilimkurgu literatürü ile distopya ilintisini ele alan bir yazı yazmak geçiyor gönlümden. Bugünlerde diğer bloglarımın kapılarını yeniden açmışken en sevdiğim blogum olan Utopos‘u nasıl unutabilirim, değil mi 🙂

Şurada da bütün zamanların en iyi 50 distopya filmi listeleniyor. Liste hakkındaki düşüncelerinizi merak edeceğimi bilmenizi isterim.

Ütopya mütopya

Utopos‘un sevgili Suat Bey‘den sonra ikinci misafirini de ağırlamaktan şeref duyduğumu belirterek söze girişeyim. Aziz dostum Virgilius Bey meşguliyetinin ağır olduğu bir döneminde Utopos için bir yazı kaleme almayı kabul etti büyük bir incelik göstererek. Kendisine bütün samimiyetimle teşekkür ediyorum. Utopos biraz daha zenginleşti (ve renklendi) sayesinde, sağolsun. Ütopya üzerine edilecek sözler bitmez, bitmemeli de zaten. Bizimkisi bir değil bin değil milyon kazan çorbada bir tutam tuzdan öteye gitmez, lâkin tuzsuz çorba da birşeye benzemez, hak verirsiniz. (Başlığın ve dipnotların büdütörümüze ait olduğunu belirtmem gereksiz sanırım –ama bunu derken belirtmiş oldum tabii.)

***

– Alo?

– Abi ne haber?

– İyi. Sen nasılsın?

– İyiyim ben de. Müsait misin, sesin kötü geliyor. İşin varsa sonra ararım.

– Yoo, uyuzlanıyorum. Domuz domuz oturduğum akşamlardan biri.

– Hmm, o zaman çok vaktini almadan kısa keseyim. Abi, Ahmet Hamdi’nin “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü mutlaka okumalısın. Sana bir şey tavsiye etmek haddime değil ama bu kitap tam sana göre. Hem çok komik, ne çok ironik, hem de çok derin mesajları var satır aralarında. Bir an önce okumanı ve sonra da kitap hakkında seninle tartışmayı çok isterim.

– Çok duydum methini ama sıra gelmiyor ki. Hep bir ara okuyayım diyorum, gene kaçıyor.

– Neyse, ben almayayım fazla vaktini. Bunu söylemek için aramıştım.

– Yok canım, hiçbir şey yapmıyorum, salak salak oturuyorum öylesine. Okul nasıl gidiyor?

– Gayet güzel, şimdi Thomas Paine’ın Commonsense”ini (Sağduyu) okutuyorum çocuklara, abi, harika bir kitap bu.

– Öyledir, alıntılarıyla, üslubuyla, işlediği konusuyla büyük bir ivme kazandırmıştır Amerika’nın bağımsızlığında.

– Aynen öyle, ve tabii ben orijinalinden okutuyorum çocuklara, senin berbat dediğin çeviriden değil. Üstelik dili o kadar basit, ağdasız ve sade ki. Yarattığı büyük etki de bundan zaten, o dönemde herkes okuyabilsin diye bu kadar yalın yazmış adam.

– Üç ayda 100.000 nüsha satılmış bildiğim kadarıyla.

– 150.000 abi, geçenlerde Commonsense ile ilgili bir makalede bahsediyordu, bugünün Amerika’sında, kitabın yazıldığı tarihteki nüfus oranı, okuryazarlık durumu, basım, reklam ve ulaşım imkânları açısından kıyaslanırsa üç ayda sekiz milyon satan bir kitaba denkmiş 150.000 sayısı.

– Vay be, Amerika boşuna bağımsızlığını kazanmamış yani İngiltere’den.

– Ayrıca, Paine’in hayat hikayesini de merak edip araştırdım ve kanaat getirdim ki Amerikalıların Mehmet Akif’iymiş bu adam.

– Nasıl yani?

– Adam yazdığı kitapların, Commonsense de dahil buna, hiçbirinden tek kuruş para almamış, eline geçen tüm geliri bağımsızlık için savaşan Amerikan ordusuna bağışlamış. Savaş sırasında da cephe cephe dolaşıp askerlere vaazlar vermiş, onları İngilizlere karşı motive etmiş, zira başlangıçta halktan kimse İngilizleri yenip bağımsızlıklarını kazanacaklarına inanamıyormuş. Üstelik biliyor musun, sefillik içinde ölmüş sonunda. Böyle de değişik bir dava adamı işte.

– Bunlardan haberim yoktu, çok ilginç…

– İşte öyle abi. Neyse, fazla gevezelik ettim, çok uzattığımın farkındayım.

– Yok canım. Ya, ben de sana bir şey sorayım. İçinde bulunduğun entelektüel, akademik çevreye göre güzel güzel cevap ver ama.

– Abi senden iltifat almak ne büyük mutluluk bilsen! Dinliyorum.

– Tamam, uzatma, hak edersen iltifat da alırsın benden. Şimdi söyle bakalım, ütopya nedir?

– Tanımını biliyorsundur sen de abi. Neyini soruyorsun, Thomas More’u mu yoksa?

– Hayır, senden duymak istediğim ütopya kavramının sendeki ilk çağrışımı.

– Olmayan ülke.

– Buradaki sözcük oyunundan habersiz değilsin ama, Thomas More “eutopia”, yani güzel yer ve “outopia”, hiçbir yer sözcüklerini karıştırmış ve ortaya “utopia” çıkmış. Yani aslında ikisine de vurgu var; hem güzel bir yerden, hem de var olmayan bir yerden bahsediyoruz değil mi?

– Evet, öyle diyebiliriz.

– Şimdi, akıl yürütmeye devam edelim: Ütopya, bir idealden ibaret değil mi?

– Evet abi.

– Peki, buraya döneceğiz. Şimdi başka bir şeyi ele alalım. Gayb nedir güzelim?

– Gayb mı? Bilinemeyen âlem, algılanamayan ama var olan âlem.

– Algılanamıyorsa, reel de değildir o zaman, en azından somut, fiziksel olarak var olduğu konusunda ispatı mümkün değil. Sadece inanmakla var edebiliyoruz içimizde. Gaybın var olduğuna inanıyoruz, yani gayb âlemindekileri var kabul ediyoruz.

– Hmmmm… Kutsal olguları bu şekilde ele almak konusunda kararsızım abi.

– Şurada fikir jimnastiği yapıyoruz. Benim gibi düşünmeye çalışmanı istiyorum sadece, bakalım aynı yere çıkacak mısın diye.

– Dinliyorum.

– Şimdi, inanan insan, her şeyin başında, aslında gayba inanan kişidir. Kelimeye dikkatini çekerim, bilen değil, anlayan değil, gören veya duyan değil; inanan. Neye inanan? Gayba inanan. En büyük gayb nedir? Tanrıdır her şeyin başında. Kuran’da nasıl geçtiğini anımsatayım sana, peygamberimize tabi olanları övmek için “onlar gayba inanırlar” deniliyor. Görmeden, hiçbir duyu organıyla algılamadan inanmak bu, yani aslında insan ‘mevcudiyetine dair somut hiçbir delile sahip olmadığı’ bir şeye inanıyor. Zaten beklenen ve Tanrı tarafından istenen de bu değil mi? Örnek olarak İsa’yı düşünelim. Çarmıh hadisesinden sonra dirilir, ortalarda gezinmeye başlar. Mecdelli Meryem’e ve birkaç tane daha havarisine görünüyor, bunlar öteki havarilere anlatıyorlar, içlerinden Thomas ötekilere ‘O’nu yaralarıyla karşımda görmezsem inanmam’ diyor. Sonra İsa Thomas’ın karşısına çıkıyor ve böğründeki, ellerindeki yaraları gösteriyor, Thomas’a da şöyle sitem ediyor: “Beni gördüğün için mi iman ettin? Görmeden iman edenlere ne mutlu!” Görmeden iman etmekten bahsediyor ki, zaten bu gayba imandan farklı değil. Bu inandığı gayb, aslında –doğası gereği tanrısallık, kutsallık olduğu için– en mükemmel durum, en kusursuz yer. Her şeyin en güzeli. Cennet mesela. Bu bağlamda, benim güzel kardeşim, ben cenneti ütopyaların en temeli, en özgünü ve arketipi olarak görüyorum.

– Oovvv… Abi, yanlış anlama ama sen spekülasyon yapıyorsun.

– Ne demek lan o! Siktirme lan spekülasyonuna it herif! Nasıl konuşuyorsun sen benimle öyle!

– Abi özür dilerim, bu aralar okuduğum birkaç makalede bu kelimeyle çok karşılaştım, ağzıma yapıştı, çok sık kullanır oldum. Kızma ya.

– Göte* bak, anlattıklarım spekülasyonmuş. Sensin spekülasyon!

– Hah aha aha ha, abi tamam ya, valla fark etmedim. Lütfen devam et.

– Neyini beğenmedin bu yorumun da aşağıladın, söyle bakalım.

– Abi beğenmemek değil, ama ütopya ile bağdaştırılamayacak bir yorumlama seninkisi. Bir kere ütopyanın temelinde sosyolojik bir eleştiri yatar. Yani, Platon da, Thomas More da, Bacon da hep içinde bulundukları toplumu eleştirmek için bir ütopya yaratmaya girişirler ve bunu da edebi bir kurgu ile yaparlar. Amaç sosyal yapının, insan ilişkilerin, politik organizasyonun tenkididir, diğer bir değişle ütopya bir gaye güdülerek yazılır. Kara ütopyalarda da durum aynı, Orwell’in “1984”ü ya da Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı gene gelecekte var olacağını öngördükleri sorunlara dair eleştirel nitelikte eserler. Senin yaklaşımın ütopya kavramına uygun değil.

– Hmmm, demek öyle. O zaman şu açıdan yaklaşalım, farklı bir şey söyleyeceğim şimdi: Hesiod’un Altınçağ hakkında yazdıklarından, Hinduizm’deki manvantara’nın Krita Yuga’sı, yani Altınçağ’ına kadar, hep bir mükemmel çağ hayali ve beklentisi var.

– Eyvah, çok derinlere gireceksin korkarım, Hesiod, Altınçağ filan.

– Sus ve dinle. Dinler tarihine bakacak olursan, ütopik bir beklentinin tüm inanç doktrinlerini sarmaladığını görürsün; mütemadiyen sosyal bozulmadan, yozlaşmadan bahsedilir, suçlar artar, ahlaksızlığa prim verilir, toplum çözülür filan, klasik apokaliptik tasvirleri bilirsin sen de. İşte, hep böyle bir durumda bir lider, ruhani bir varlık beklenir ki, düzen kurulsun, o kişinin kuracağı disiplin ile kötülüğe pranga vurulup dünyaya iyilik hakim olsun. Hafızanı yokla, bu beklentiler ışığında Hıristiyanlar’ın mesihi İsa dünyaya inecek ve millennium dönemi başlayacak, Yahudiler’in Mesih olarak gelmesini bekledikleri Davud peygamber tekrar İsrail Krallığı’nı kuracak, Müslümanlar Mehdi’yi bekliyor zaten. Bu arada Hindular Avatar’larının gelip Kali Yuga’ya son vermesini diliyor, döngünün başına geçip Krita Yuga’ya ulaşmayı bekliyorlar. Mecusiler’de Saoşyant tıpkı İsa Mesih gibi bir karakterdir, apokalipsin sonunda gelir ve kaosa son verir. Eski Mısırlılarda da Osiris bu görevi yerine getirecekti güya. Daha fazla uzatmayayım, bütün bu örnekler senin en baştaki tenkidine, şu ‘spekülasyon’ aşağılamasına bir yanıt değil mi?

– Offf abi aşağılamadım ya, ne haddime. Hayır abi, ütopya, doğası gereği kurgu olmak zorunda. Bu anlattıkların kutsal olgular, ütopya ise bir kişinin kafasından çıkar, bunu eleştirel bir tarzda kaleme alır ve aslında bu kurgu ile okuyanlara mesaj verir. Kutsalı ütopya olarak göremezsin.

– İsa Peygamber’den bir alıntı yapayım sana, Matta İncili’ndeki duasından: “Göklerdeki Babamız! Melekûtun gelsin, Semada olduğu gibi, arzda da senin krallığın hâkim olsun.” Yeni tarihli çevirilerde egemenlik diye geçiyor, hâlbuki İngilizce “Thy Kingdom Come” cümlesinin en güzel çevirisi, muhatabı tanrı olduğundan hareketle yapılmalı, “Melekûtun gelsin” yanılıyor muyum?

– Melekût neydi, melekler âlemi mi?

– Hayır ya, kutsal krallık anlamına gelir. Hatta Osmanlıca-İngilizce sözlükte bu kelime spritiual/divine kingdom olarak karşılık buluyordu.

– Öyleyse daha iyi egemenlik sözcüğünden.

– Güzel, bana katılıyorsun yani. Peki, bu dua cümleciğinde nasıl ütopik, hayali bir dünya beklentisinin saklı olduğu konusunda da hemfikirsin değil mi?

– Abi, anlamıyorsun. Yani, seni kızdırmak istemiyorum ama, nasıl söylesem, çok ciddi bir kavram kargaşası yaşıyorsun sanki… Her şeyden önce senin yaptığın, kutsal kavram ve olguları, beşeri anlayışla çevrelemeye çalışmaya benziyor, sen değil misin bana “kutsal anlaşılamaz, kavranamaz, inkâr da edilemez veya yalanlamak da mümkün değildir, kutsala ya inanırsın, ya da kutsalı reddedersin, o kadar” diyen? Bilakis ütopya dediğimiz şey tamamen insan elinden çıkan bir sosyal kritisizm yoludur. Bir türdür, tamamıyla spesifik bir janr söz konusu. Thomas More’dan, Platon’dan sıyrıl, mesela Montesquieu’nun “İran Notları”nı hatırlarsan nasıl ütopik bir anlatım olduğu ve gerçekte içinde yaşadığı topluma yönelttiği eleştirileri görebilirsin orada. Abi, sen yanlış yoldasın ya.

– Demek öyle. Demek artık beni beğenmiyorsun.

– Abi allahaşkına abartma, sen benim idolümsün, ama madem sordun fikrimi, ben de anlatıyorum işte.

– Ya itiraf edeyim ki biraz zorladım ben de kendimi başladığım noktadan sana anlattığım sonuca varmak için, ama ne bileyim, çok sıra dışı ve orijinal geldi ilk anda bana.

– Abi lahanayı elmaya çevirmeye çalışmak gibi bir şey seninkisi. Bana biraz secular millenarianism’i, yani laik binyılcılık’ı çağrıştırdı, daha önce böyle bir şeyler okumuştum, Amerikalı birkaç kişi vardı bunu savunan ama detaylı bilmiyorum.

– Benden önce düşünmüşler yani bunu. Gene geç kaldım desene.

– Hahah aha, abi, gece gece nereden çıktı bu konu ya?

– Çatlak ve saygıdeğer bir dostum var**, ütopya hakkında bir yazı istedi, düşüncelerimi öğrenmek için. Ama, ama… kardeşim olacak insan beğenmedi… İbne***, iki kitap okudun, azıcık akademisyen oldun diye burnundan kıl aldırmıyorsun artık. Düşersin elime sen.

– Canım abim, olur mu ya öyle şey? Pazar sabahı kahvaltıya gelsene bize, çocuklar özledi seni. Hem rahat rahat küfür de edersin bana, yüzüme karşı 🙂

– Kızı değil de oğlanı özledim ben de, ama heyhat güzelim, hatuna giderim gene haftasonu. Doluyum.

– Ya ben de onu soracaktım. Geçenlerde baktım bloguna, eski bir yazında Commonsense’ten bir alıntı vardı, onu okuyacaktım. O sırada gözüme çarptı, sıkıldığını yazmışsın hatundan. Gene de görüşmeye devam ediyorsun yani, öyle mi?

– Oğlum berbat bir ikilem içindeyim, sıkıldıkça seviyorum, sevdikçe sıkılıyorum ya****. Tam boka***** batmış haldeyim anlayacağın.

– Abi sen bu hallere düşecek adam mıydın ya? Süpermiş valla.

– Çok uzattık konuşmayı farkındayım ama sana bugün başıma ne geldi onu anlatayım da öyle kapatalım bari. Metro istasyonunda bekliyorum, baktım iki hatun geliyor bana doğru, ama nasıl güzeller, ikisi de sarışın, hem de çakma değil. Cillop gibiler, tipleri, yuvarlarları… Biraz yaklaşıp iki metre kadar ötemde durdular, ikisi de renkli gözlü, bildiğin barbi bebekler ama, 23-24 yaşlarında. Sinir içinde, bıcır bıcır konuşuyor biri, öteki de dinlediklerine başını sallayıp duruyor. Kulak verdim, konuşan, Bulgar göçmenlerininkine kayan bir aksanla diyor ki: “Bir de soydaşlara yardımcı oluyoruz diyorlar, yalan ya, öğrenci kartımda, tüm okul belgelerimde var işte, ama hayır, olmuyor diyorlar, illa çıkış yapacakmışım sınırdan, üç ay sonra gene gelecekmişim, niye bunu yapıyorlar ki bana? Sordum, bu git-gel işkencesinden kurtulmak için ne yapmam lazım diye. Bir türk vatandaşıyla evlenmeniz lazım dediler. Zorla anlaşmalı evlilik yaptıracaklar ya bana. Şeytan diyo yoldan bir adam çevir, git evlen.” Var ya, içim titredi o an, nefesim tutuldu, kıza dönüp ciddi ciddi “beni mi arıyordunuz?” demeyi düşündüm. Kafamda da hemen kurdum o sırada, bu Türkçe konuşan rus afete karşı bir sorumluluğum olmaz, hatunumla mutlu mesut beraberliğime devam ederim, ama bu çıtırla anlaşmalı evliliği para üzerinden değil, seks için yaparım, haftada bir vermezsem seni boşarım derim. Tabii sadece hayal ettim bunları, bu da benim için günün ütopyasıydı işte güzel kardeşim.

– Hahaha ahaa aha, abi, bu anlattığın ütopya d-e-ğ-i-l! Tanıma aykırı bir kere, böyle ütopya olmaz, sen ütopyanın ne olduğunu hala anlamadın bence. Neden anlamıyorsun onu da ben anlamadım ama hayır, ütopya bu değil. Kurguladığın olsa olsa cennet hayali olur 🙂

– Öfff ya, sana da, senin ütopya tanımına da, bilumum ütopyalara da…

– Ya metrodaki huriye abi? Ya huriye?

– Canı cehenneme o hurinin. Melek gibi hatun varken, huriyi ne yapayım?

– Ooooooo! Güzel laftı bu… Biri melek, biri huri. Sen meleği seçtin.

– Neyse, oralara fazla girme. Hadi iyi geceler, öptüm kulağından.

– Ben de her yerinden öptüm abi, heh heh.

– Siktir!****** Hiçbir ütopyamı beğenmedin ama ne yapayım ki başka kardeşim yok.

– İyi geceler abi.

(*) Şair burada Goethe‘yi tanıklığa çağırmaktadır.
(**) İkincisini bilmem ama ilk sıfattan çok hoşlandım, teşekkür ederim dostuma. Verili dünya karşısında bir masumiyet zırhı olarak çatlaklık işlevsel, iyi birşeydir bana kalırsa.
(***) Şairin burada bir kategorizasyon çabasından bahsetmek ne derece mümkindir, bunun değerlendirmesini okura mı bırakmalıdır ey büdütör? Bilemedim.
(****) İkilem (nam-ı dîger dilemma) bahsi açıldıkta büdütörümüzün kalbi sıkışmakta, tansiyonu yükselmektedir. Bunun sebebi, kendisinin, ikilemsiz bir dünyanın mümkün olup olmadığı hususunda her seferinde ikileme düşüyor oluşudur.
(*****) Bizim orada politik doğruculuğa “siktir git bi işine!” derler hakim beg.
(******) Şair burada ettirgen çatılı bir fiil kullanımı için örnek vermek istemiştir. Vermiştir.

Is mupa!*

Düşünce deyince de, iletişim deyince de akla dil gelir. Dillerin terennüm etmek üzere doğduğunu öne sürenler olduğu gibi, anlaşmak ihtiyacını gidermek üzere doğduğunu savunanlar da vardır; başka deyişle, dillerin doğuşunda kimilerine göre zevk, kimilerine göre fayda unsuru belirleyici olmuştur. İnsan uygarlığının temeli olan dilin doğuşu, kökeni, çeşitlenişi, yayılışı, işlevi, dillerin yapısı, işleyişi, mukayesesi, ilişkileri konusunda bilimciler ve düşünürler yüzyıllardır kafa yormakta, fikir üretmekte, gözlemler, analizler, spekülasyonlar yapmakta, hipotezler, teoriler oluşturmakta, görüşler geliştirmektedirler.

Dilin tek bir kökenden geldiğine yahut çokkökenli olduğuna ilişkin görüş ayrılığı eski ve derindir. Semavi dinlerin kitapları olsun, diğer uygarlıkların söylenceleri olsun, bu konuya büyük önem verirler ve kendilerince cevaplar getirirler. Eski Mısır firavunlarından Psammetikos’un, kendiliğinden hangi dili konuşacağını öğrenmek için bir bebeği dilsiz bir sütannenin büyütmesini sağladığı söylencesine göre, bir gün çocuk Frigya dilindeki “ekmek” kelimesini andıran bir ses çıkarınca firavun bundan, insanlığın anadilinin Frigce olduğu sonucunu çıkarır. Eski Ahit’e göre ise dil, kâinatı kavramanın bir aracı olması için Adem’e tanrısal bir armağandır; Adem, yaşadığı dünyayı keşfettiği ölçüde adlandırır ve ona böylelikle egemen olur, çünkü şeylerin varolabilmeleri adlandırılmalarına bağlıdır. İbrahimi dinlere göre işte bu dil, yani Lingua adamica, insan ırkının tekkökenliliği görüşünün bir bileşeni olarak, bütün dillerin evrensel kökenidir. “Yaradılış”tan “Tufan”a geçtiğimizde köken tartışması alevlenir. Ve söz, yaşayan ve ölü ruhların ülkelerine ve dillerine gelince durum eğlenceli bir hal alır; farklı topos’lar –ki bunları üç kümede özetleyebiliriz: dünyevi topos, cennet (: ütopik) topos, cehennem (: karşı-ütopik) topos– farklı kökendilleri speküle ettirirler. Ve “Babil”: “Şunların dilini karıştırıp farklılaştırın da göğe yükselemesinler.” Yani, Tanrının lâneti! Ve sonra, Babil’in lânetine son veren İsevi mucizeler… Vesaire vesaire…

Teolojik söylenceler de, bilimsel düşünce de dillerin türeyişine, kökenine ilişkin olarak bizi gerçek anlamda aydınlatamamıştır. Türeyiş ve kökenin ötesinde, dile ilişkin diğer hususlarda da bilim ve felsefe bize geniş perspektifler sunmakla birlikte bu konu alanı halen geçerliliği kanıtlanmış fikirlerden ve kesinlemelerden uzaktır. Fakat şunu kabul etmek gerekir ki, dile ilişkin bilgi birikimimize bilimin katkısı bir yana, dil bilincimize modern (20. yy) felsefenin bilgi ve hakikat arayışında dili, söylemi ve dilsel temsili esas alan “dile dönüş hareketi”nin katkısı çok büyüktür.

Son derece eksikli gedikli bu çok genel girişi bir tür “konuya ısınma” çabası olarak görelim. Hangi konuya mı? Yapay diller konusuna. Peki bu, bu blogun konusu olabilir mi? Olabilir ama bir şartla: Ütopya ve/veya distopya bağlamında. Bir sonraki yazımda oraya geçeceğim.

(*) “Konuşmalıyız!”

Homoutopianius!

Bir ütopya düşlemenin/kurmanın en zor tarafı, şu bildiğimiz “insan”la[rla] gerçekleştirile[meye]cek oluşudur. Bir “olmayacak şeyler koleksiyonu” yapsaydım, koleksiyonumun en nadide parçası “insanın bulunduğu yerde ortalığın sütliman oluşu, iktidar tutkusunun yokluğu” olurdu. 

Ütopyaların en küçümenleri ve sevimlileri, bir köşede komünal yaşam düşleridir. İyi de bunun için şu gitgide daralmış (: her iki anlamda) gezegenin hangi köşesinde deneyeceksiniz bunu, etrafınız çepeçevre sarılıyken mevcut toplumsal/ekonomik/kültürel kodlarla, sistemlerle? Önce kendinizi bir yoklamalısınız, ilkin dönüşmesi gereken sizin kafanızın ve yüreğinizin içi -bu da bonusu!

Ütopyanın birinci ve olmazsa olmaz koşulu, iktidar duygusu, yönelimi ve tutkusunun yokedilmesidir. Yok hayır, dar anlamda salt siyasal olanından sözetmiyorum. Bu da bizi lise münazara anılarımıza götürür: “İnsanın özü” diye birşey var mıdır? İnsan, özünde kötü müdür? Vs.

Kapitalizmin çiçeği burnunda malum finansal kriziyle ilgili bir tartışma gelmiş başka yere dayanmış, değerli dostum Suat Bey‘in mekanında. Görelim Suat Bey ve Bülent Bey neler demişler:

Çevir bir dönüm yer medeniyetten uzakta yaşa mesela. Veya ikna et bir grup insanı, komün oluştur orada baskıya ve zorunluluğa dönüştürmeden dilediğin gibi yaşam sür.” [SÖ]

“Aslinda bu bazi yerlerde mumkun. (…) Neyse ben bu komun islerini yapmis insanlarla tanismistim ABD’de, hatta bir ahbabim var annesi ve babasi oyle bir yerde yasamis. Sekuler ve siddet karsiti insanlarin olusturdugu bir komun olunca tahmin edebileceginiz problemler oluyor diye anladim ben. Bir takim insanlar tembel oluyor bir kismi beceriksiz oluyor vs. Bir kismi ne tambel ne beceriksiz oluyorlar ve digerleri aslinda onlara ek saygi gostermeye ve kismi itaate razi oluyor ama bu sefer bu ‘amir’ pozisyonuna layik bulunan insanlar ‘insan gudecek olduktan sonra bu komunun benim icin manasi yok, disarida da guderim’ diye pek gonullu olmuyorlar filan. (…) Simdi sunu da gozonune almak lazim, cogunlukla bedenle yapilan (tarim vs.) isler dusunuluyor bu toplumdan ayrilip komunlesme konusunda ama su anki olmasa da ileride ortaya cikmasi muhtemel (mukadder?) teknoloji seviyesinin acacagi baska kapilar da olabilir. ‘Sol’ veya ’sag’ liberteryen egilimli az degildir bilgisayarla ugrasanlar arasinda (ozellikle yari-akademik diyebilecegimiz guruhta), bunun sebebi bu adamlarin ucuk olmalari ile de izah edilebilir tabii ama yaptiklari uretim, uretim tarzi, uretilenin (kopyalanabildigi icin) uretildigi anda ‘kit’ olmaktan cikmasi, maddi sermayenin uretimdeki etkisinin cok gorunur olmamasi filan da bu insanlarin dusunce tarzini etkiliyor olabilir.” [BM]

İlaveten, yeni dönem aslında ‘üretim’, dolayısı ile de ‘mülkiyet’ konusunu epey değiştireceği için başka pekçok şeyi de değiştirecek. Yepyeni, şimdiden tasavvur etmenin dahi zor olacağı yaşam şekilleri, komünler, tarzlar ortaya çıkartabilir. Üretimin tarzı siyasal sistemlere kadar hemen her şeye etki ediyor çünkü.”  [SÖ]

Evet, iktidar tutkusunun dışında, tembellik, kaytarmacılık filan da çıkacak karşımıza tabii! Bu tartışmada ucundan kıyısından başka şeyler de söylenmiş. Keşke benim fakirhaneye de gelip tartışmaya devam etseler…

Ütopik söylemler olarak “serbest piyasa” ve “merkezi planlama”

Kuramla kılgının tarihsel arkaplanda çoğun trajiğe varıp dayanan çelişkin ilintisi, bize, “serbest piyasa” ile “merkezi planlama”nın ütopik karakterli düşman kardeşler oldukları acı gerçeğini hep hatırlatıp durmuştur, durmaktadır.

Sorun aslında derinlerdedir: Soyutlamacılık ve tümdengelimcilik de, bunların karşıtları da, iktisat teorisi dediğimiz minelgaraip şeyin açmazlarıdır. Hiçbir iktisatçı bu akıl yürütme edevatının indirgemeci kısıtından kurtulamaz kolay kolay. Dünyayı, hayatı organik bir bütünsellik içinde görebilmek, bilimsel metodolojinin ontolojisine aykırıdır ne yazık ki. Bilim, parçalarına ayırır ve ayrıştırır, gitgide küçülen kompartımanlara hapseder. Kendi küçük bahçelerinin güzel manzarası içinde esrikleşen bilimci taifesi, bu uzmanlık yanılsamasının ışığında pervaneleşip yanar.

Biz oralara kadar uzanmayalım şimdi. Yukarıdaki kayıkçı kavgasını odağımıza alalım. Merkezi plan ekonomisinin gümbürtülü çöküşünün yarattığı travmayı yıllardır gözlemliyoruz. Bu yaklaşımın ne derece akıldışı, hayatdışı, insanlıkdışı olduğunu görmeyen bilmeyen kalmış mıdır bilmem -ortodoks komünistler belki. Gelgelelim ekonomik liberalizmin laissez-faire/serbest piyasa takıntısının da tıpkı düşman kardeşi merkezi planlamacılık kadar insan hakikatinin bünyesine uymadığını/uyamayacağını, bunun ütopik bir varsayımdan (hamhayalden dersek kaba kaçar) ibaret olduğunu göremeyenler o kadar çok ki.

Nitekim, üçüncü yol arayışları olsun, karma ekonomici ucube uygulamalar olsun, kriz dönemlerinin radikal müdahalecilikleri olsun, hep bu gerçeğe toslamaların pratik sonuçları/olguları değil midir?

Peki, bu insanoğlu ne halt etsin? İktisat, iktisatçılara (gerek teorisyenlerine, gerek pratisyenlerine) bırakılamayacak kadar karmaşık ve önemli birşeyse, ne yapmalı da bu açmazlardan, bu krizlerden kurtulmalı? Bir türlü NŞA’sı oluşmayan, hiçbir zaman da oluşacak gibi gözükmeyen serbest piyasadan, yarattığı düşkırıklığıyla mezarında dört dönen merkezi planlamadan, bu ikisinin kötü yanlarını alıp ikisinden de beter bir karakter sergileyen abes arayışlardan ve serbest piyasayla alakası olmayan reel-kapitalizmin hayatımızı çekilmez hale getiren karaktersizliğinden kurtulmanın hiç mi yolu yok?

Serbest piyasa ve merkezi planlama ütopyalarının elbirliğiyle yarattığı –Mill‘yen anlamıyla- distopik atmosferde soluk almanın imkansızlığını çekmek zorunda mıyız? Ne dersiniz? Bu konuya özellikle Afşar, Bülent, Fatih, Fethi, Obli Beyler‘in (abc) ilgi ve katkısını beklemek, çok mu hayalci davranmak olur acaba?

Ütopyadan ütopyaya bir sözlük yolculuğu

“Sapkınlıklarla benzeştirilen, yıkıcı düşüncelerle özdeşleştirilen, totalitarizmle bir tutulan ütopyalar, öteleri ya da mümkünsüz ortak mutluluğu tasvir edeceklerdi. Ve, somut gerçekleşmeleri içinde, bunun tersine ulaşacaklardı: zorba bir yönetimin baskısı altında, insanın yabancılaşmasına.”

“Ütopya aynı zamanda da güncelliktir, gerçekleşmemiş bir geçmişin kalıntısıdır, çatışmalı bir şimdinin eleştirisini güçlendirme zorunluluğu olarak yeniden ortaya çıkan, doyurulmamış bir ihtiyacın bir tür anımsanmasıdır.”

“Ütopya rahatsız eder, özellikle de, bir düşünceyi bilinen atıflardan, imlerden ve simgelerden kalkarak özdeşleştirme kaygısındaki okurun kafasını karıştırır ütopyalar. Esas itibariyle, erekbilimsel bir bakış açısını kendine yön kılan tarihten kurtulurlar. Ama yine de, ütopyacıl metinlerin büyük yararı zamanın kıvrımında, uzamın kenarında, yazının aldatmacalarında, kurgunun akıldışı formunda, sözcüklerin aşırılığında ve vaadedilen mutluluğu anlatmak için getirilen kuralların bolluğunda keşfedilir.”

“(…) ütopyanın güncelliği aynı zamanda da eleştirel özgürlüğün, barbarlığa dönüş tehlikesinin yaşandığı şu zamanlarda, yadsınan, kırılgan bir özgürlüğün güncelliği olmaktadır.”

Bunlar, “Ütopyalar Sözlüğü”nün giriş yazısından alıntılar. “Farklı ufuklardan gelme uzmanların -Ortaçağcıdan sinemacıya, müzikologdan mimara, edebiyatçıdan dilbilimciye, sosyologdan filozofa- imzasını taşıyan yüz madde”den oluşan bu sözlük, çevirisinin kılçıklılığı bir yana bırakılacak olursa, yararlı bir kitap. Ütopyalara düşkünlüğünüz varsa -Türkçesine sinirlenmemeniz koşuluyla- edinmeniz fena olmaz doğrusu. Zaman zaman U-topos‘ta bahsi geçecek bu sözlüğün.*

(*) Ütopyalar Sözlüğü, Michêle Riot-Sarcey, Thomas Bouchet, Antoine Picon, çev: Turhan Ilgaz, Sel Yayıncılık, 2003

Yokülke anayasasının dibacesi*

Yokülkemiz, kendini evrenmerkezci bir bakışla tanımlamayan, üzerinde yaşadığı gezegene ve o gezegenin bağlı olduğu tüm kozmik yaşama faydacı bir yaklaşımla bakmayan, aynı dünyayı paylaştığı canlı ve cansız tüm varlıkların varolma hakkına koşulsuz saygı duyan ve bu saygının gereklerini de fiilen yerine getirmeyi birincil yükümlülük kabul eden insanların maddi ve manevi hiçbir sınırla belirlenmiş olmayan ülkesidir.

Yokülkemizde, hayatın ve ölümün diyalektik birliğinin, yaşamanın anlamı için temel referans olduğu bilinir ve bu bilinçle yaşanır. Her canlının eşsiz bir varlık olduğundan hareketle, doğuştan ve/veya sonradan edinilmiş farklılıklar kutsanır ve bu durum çiğnenemez bir değere veri oluşturan bir doğal/toplumsal olgu addedilir. 

Yokülke anayasası, mevcut ülke anayasalarından nitelik bakımından farklı olup, hangi türden olursa olsun hiçbir otoritenin egemenlik ve tahakküm aracı işlevi görmez. Kağıt üzerinde kalmaya mahkum, klasik bir “toplumsal sözleşme” değil, lafzına ve ruhuna gönüllü olarak uyulacak ve uyulmadığı takdirde bunun yaptırımının vicdanlarda uygulanacağı ve bu uygulamanın da toplumsal itibarsızlaştırma ve pişmanlığın samimiyetinde mutabık kalındığı zaman iade-i itibar biçiminde olacağı bir ortak yaşam bilinci belgesidir.

(*) Önce şu yazının okunması iyi olur.

Çatışma ve baskı mı, dayanışma ve gönüllü işbirliği mi?

Merhaba. Kürkçü dükkanımıza döndük efenim. Ama sizleri bulabilecek miyiz, orası meçhul…

***

Ütopya dediğimize göre, anarşizmden sözetmemek olmaz. Bugün bir çentik atalım bu konuya, devamı gelir.

19. yy sonu-20. yy başı, malum, anarşist ütopyanın altın yıllarıydı. Sağ ve sol totalitarizmlere karşı anarşistler parlak bir düşünsel çıkış yapmışlardı. Anarşist kültür çerçevesinde akla gelen önemli isimlerden biri olan Kropotkin‘in anısını yadedelim biz de… Bunun için, mesela, Paul Avrich‘in yazdığı “Anarşist Portreler” kitabının sayfalarını çevirelim. Kitaptan kısa bir alıntı, insanlığın geleceğine ilişkin umutlarımızı tazeleyebilir ya da belki de tam tersine, bu konudaki umutsuzluğumuzun yangınına odun taşıyabilir. Ne dersiniz? (Alıntıdaki vurgulamalar benim.)

***

Kropotkin’in insan doğasına iyimser bakışı, Darwinci rekabet anlayışına karşı karşılıklı yardıma inanışı, merkezi devletin kendi yaşadığı zamanda en parlak devrine ulaştığını düşünmesi, bunlar, yüzyılımızdaki dünya savaşları ve geniş kapsamlı yönetimler göz önüne getirildiğinde pek destek bulamazlar. Kropotkin’in karşılıklı yardım kuramı, tam bir sinizmin eşiğine kadar gelen Huxley‘in ve Sosyal Darwinciler’in aşırı kötümserliğini dengeleyen değerli bir katkıydı elbette. Ama Kropotkin tam zıt bir noktada yanılmıştı. Böcekler ve balıklardan sürüngenler ve memelilere kadar, çoğu hayvanın yaşamını belirleyen çıplak şiddeti yeterince dikkate almamıştı. Doğadaki yaygın vahşeti, hem insanlar hem de hayvanlar arasındaki kuvvetlinin zayıfı ezmesini küçümsüyordu. İnsanlığın yaratılışının iyi olduğuna, devletlerin engel olmasına karşın farklı sınıf ve uluslardan insanları birleştiren bağlara inancını ömrünün sonuna dek muhafaza etmişti.

Kropotkin, totalitarizmin yükselişini, İkinci Dünya Savaşı’nı, nükleer ve biyolojik kitle imha silahlarının bulunuşunu görecek kadar yaşamış olsaydı, acaba düşüncelerini değiştirir miydi? Herhalde değiştirmezdi. Zorlu deneylerle dolu bir yaşam sürdüğü halde tükenmez bir iyiliği var gibiydi. Bundan dolayıdır ki bütün dünyada insanların dayanışmasının ölçüsünü abartmış, nefret ve ayrılık duygularından çok birleştirici bağları öne çıkarmıştı. İnsanların, politik ve toplumsal otorite tarafından yanlış yollara sürüklenmemişlerse, yaratılıştan erdemli olduğuna, dolayısıyla uyum içinde yaşayabileceklerine olan inancını hep korudu. Kadın-erkek bütün insanların kişisel nevrozlar ve toplumsal efsanelerle akıldışı hareketlere sürüklendiklerinin, kandırılmaya ve kendi kendilerini yok etme dürtülerine her zaman açık olduklarının (öyle ki şu anda, nükleer çağda, sonunda yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar) bazen farkında değil gibi görünüyorlardı. Ayrıca pek çok kişide görülen iktidar olma dürtüsüne ve halk kitlelerinin karizmatik liderleri izlemeye gönüllü oluşlarına hakettiği önemi vermiyordu. (…) Kısaca bizim, saldırgan, otoriter ve açgözlü dürtülerimizin basitçe yozlaşmış bir toplumsal sistemin ürünü olup olmadığı, bu sistemde köklü bir değişiklik yapılsa dahi devletler, yasalar, polis ve mahkemelerin ebediyen gereksizleşip gereksizleşmeyeceği kuşkuludur. Herşey bir yana, çatışma ve baskı kapitalizmin ya da modern merkezi devletin ortaya çıkışından çok önceleri bile vardı. Üstelik, insan doğasının dönüşümünü engelleyerek gelecekte de var olmayı sürdürecekler.

Herkes Kropotkin gibi olsaydı anarşizm biricik olanaklı sistem olurdu, çünkü yönetim ve kısıtlamalara gerek kalmazdı, denmektedir. Ama geçmişi ne kadar iyi olursa olsun, Kropotkin’in kendisinin de fark edemediği bir olgu şudur: Onun karakterindeki çok az özellik tarihin sayfalarını süsleyebiliyor. Dahası, insanın karşılıklı yardım yönünde doğal bir eğilim sergilemesinden hareketle tam zıt bir görüşe yöneldiğinde, niçin dünyaya baskıcı devletin egemen olmaya başladığını asla açıklayabilmiş değildir. (…) Egemen olma dürtüsünün nasıl ortadan kaldırılacağını da inandırıcı bir biçimde açıklamadı. (…) İnsanlığın ‘yönetimi sıfıra indirmek’ eğiliminde olduğuna inanmasına karşın, bu eğilimin modern çağa damgasını vurduğu söylenemez. Tersine, devletin gücünün büyüdüğü her yerde görülebilmektedir. Kropotkin’in bütün aykırı öngörülerine karşın, bu büyüme büyük oranda üretici güçlerdeki uzmanlaşmanın genişlemesi (daralması değil) doğrultusundaki teknolojik değişikliklerden kaynaklanmıştır. (…)

Kropotkin’in çözümlemesinin zayıflığı, en azından bir ölçüde, yanıltıcı yönetim tanımındadır. Devleti, Batı uygarlığının tarihinde son zamanlara ait bir olgu olarak ele alıyordu. Onun şiddetle karşı çıktığı şey, pek eleştirmeden hayranlık duyduğu yerel şehir devletinden ayırdığı, modern zamanların bürokratik ulus-devletiydi. Zorbalığı ve baskıyı Antik Yunan ya da Ortaçağ Avrupa’sında çiçek açmış ademimerkezi rejimlerle değil, merkezi yönetimlerle ilişkilendiriyordu. (…) Özellikle vurgulamakta eksik kaldığı yan, Ortaçağlarda geniş köylü kitlelerinin yoksulluk ve esaret koşullarında yaşadığı serfliğin ancak devlet kendi gücünü feodal soyluluğun zararına artırdığı zaman kaldırıldığıydı.

Daha önemlisi Kropotkin, dar yönetim tanımından dolayı, genelde küçük topluluklar içindeki baskı sorununu gözardı etmeye eğilimliydi. Örneğin, aslında ilkel toplumlar içinde zorlamanın geleneklerde kök salmış olmasına ve dinsel ayinlerin (bürokratik bir aygıtta değilse bile)  yaygınlığına karşın, ilkel kabilelerin devlet zorunu tanımadığına inanıyordu. Ortaçağ komününü de aynı biçimde övüyordu; oysa Ortaçağ komünlerinde alışkanlıkların çiğnenmesi, sakatlamak ve öldürmek dahil, ağır cezalarla karşılanıyordu. Geleneğin zorbalığını görmezden gelen Kropotkin, kafasında tasarladığı özgürlükçü ütopyada toplum-karşıtı davranışları kısıtlamanın bir aracı olarak topluluk düşüncesine başvuruyordu. Ama böylece, merkezi devletin dayattığından daha az baskıcı olmayan bir zorlama biçimini kabul etmiş oluyordu. Bu noktada John Stuart Mill‘in uyarısı anımsanmaya değer: “Sorun, karakterin bireysel yönüne sığınacak bir yer bırakıp bırakılmayacağı, kamuoyunun zorbaca bir boyunduruk durumuna gelip gelmeyeceği, herkesin herkese mutlak bağımlılığının ve herkesin herkesçe denetlenmesinin bütün insanları öğütürcesine ezerek düşünceler, duygular ve hareketlerde tamamen uysallaşmış bir tekbiçimliliği yaratıp yaratmayacağıdır.” Demek ki kalıcı bir sorun olan birey-toplum ilişkisi, Kropotkin’in anarşist cennetinde çözülmediği gibi, her zamanki kadar baş ağrıtıcı bir sorun olarak durmaktadır. 

Gene de, bir kahin olarak ne kadar başarısız olursa olsun, kalıcı bir etkiye sahipti Kropotkin. (…) Devlet totalitarizminin insanları köleleştirilmiş kuklalara, özgür insan yaratıcılığını tüketici, ruhsuz angaryaya çevirmekle tehdit ettiği bu çağda, bu büyük adamın uyarı ve öğretileri özellikle anlamlı ve zamana uygundur. Çünkü gönüllü işbirliğinin insanın hayatta kalmasının tek umudu olduğu düşüncesinde ısrarlıydı Kropotkin. The Conquest of Bread”de, “nasıl çalarak yaşayan tek tük hayvan türleri ya da esir tutan karıncalar yok olup gidiyorsa, doğruluğu, kendine saygıyı, sempatiyi ve karşılıklı yardımı bilmeyen insan türünün de mutlaka mahvolacağını hepimiz biliriz” diye yazıyordu. Bu sözlerdeki bilgeliği, Kropotkin’in devletsiz dünyasını erişilmez bir ütopya sayanlar dahi değerlendirebilir. Hükümetler bir gecede sönüp gitmeyeceklerse, belki baskıcı işlevlerini terk edebilirler ve bu arada yerel gönüllü örgütlere kadar inen daha geniş bir özerklik sağlanabilir. Albert Camus‘nün dediği gibi yaşamında modern görevlerin en zorunu -tanrısız bir aziz olmayı- başaran Kropotkin, böylesi umutlar taşıyan herkesin gözünde halâ bir esin kaynağıdır.

Dum spiro spero!

Aradan iki ayı aşkın zaman geçmiş U-topos’a yazmayalı. İş güç insanı böyle suskunlaştırıyor işte. “d’Alembert’e Mektup” adlı yazısında “Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır.” diyen J.J. Rousseau’nun, -benim hiç sevmediğim ve yanlış ve hatta komik bulduğum deyişle- “boş zaman”ın kültürün temelini oluşturduğunu söyleyen T.S. Eliot’ın, bir tür ontolojiye dönüşmüş olan çalışmayı bir kötülük ve dahası bir delilik olarak niteleyip ona savaş açan Paul Lafargue’ın kulaklarını boşuna mı çınlatıyoruz burada!

Şimdi, verili düzenin ömür törpüsünde hayatını durup dinlenmeksizin törpületen bir ademoğlu sıfatıyla, dam başında saksağan bir soru soralım: Anayasa nedir? Anayasa hukukunun unutulmaz hocası Bülent Tanör’e soramayız; çünkü o ne yazık ki bilinmeyen bir ülkede şu anda. Amfiyi o karşı durulmaz sevimliliği, canayakınlığı ile hep hıncahınç doldurmamızı sağlayan Artun Ünsal’a mı sorsak yoksa? O da şimdi Galatasaray’da mıdır Boğaziçi’nde midir kimbilir. Yok yok, kendi efsanesini kendi elleriyle yerle yeksan eylemiş olan Mümtaz Soysal’a asla sormam; beynimi yolda bulmadım ben. Aman canım, sormayalım kimseye; biliyoruz az buçuk.

Niye sorduk bu soruyu durup dururken? Bence bir yokülkenin bile anayasası olur ve olmalı da ondan. Anladınız: Bir anayasa yazacağız hep birlikte -bu kadar “zorunlu tembellik” yeter! (“Zorunlu tembellik” bir oksimoron gibi görünse de değil: Sizi insan kılacak, geliştirecek, beyninizi ve ruhunuzu zenginleştirecek hiçbir edimi gerçekleştir[e]memeniz demek ve bu yönüyle bir tür tembellik; gelgelelim bu size dıştan dayatılan bir durum, çünkü verili düzenin suyunuzu sıkması, sizi işe yaramaz bir posa haline getirmesi sonucunda zaten kendiniz için “çalış”manız neredeyse imkansız hale geliyor.)

Anayasamız modern anayasa yapım ilkelerine uygun, derlitoplu, kısa, özlü bir metin olacak. Yokülkemizin temel karakteristiklerini yansıtan, yazıya döken bir belge niteliği taşıyacak. Her maddeyi sonuna kadar tartışarak, bütün “ama”lardan arındırarak oluşturacağız. Absürdistan anayasası gibi “amayasa” olmayacak yani.

Diyeceksiniz ki: “Yokülkemiz nasıl bir ülke, önce onu bize bir anlat da ondan sonra anayasasının icabına bakarız.” Hatta bundan önce şunu diyeceksiniz: “Niye ‘miz’? Bu senin yokülken değil mi? Bizi işin içine neden katıyorsun? Hem ‘biz’ kimiz, ‘sen’ kimsin?”

Vereceğim yanıt şu olacak: Benim düşlediğim bir yokülkem var. Ama istiyorum ki, “bir yokülkesi olanlar ve/veya olsun isteyenler” kulübü oluşturalım (işte bu “biz” oluyor) ve ben de o kulüp üyelerinin kafalarındaki yokülkelerin benim yokülkeme yakın mı uzak mı olduğunu göreyim. (Bu durumda, kendi yokülkesini tasvire yeltenen şahıs da “ben” oluyorum.)

Bu anayasa, belki de bir yokülkeler konfederasyonu anayasası olarak da kotarılabilir –olamaz mı?

Gelecek yazıda anayasanın dibacesini yazmaya koyulalım mı, ne dersiniz?

Evcil yırtıcılık, ya da ütopyayı “kurmadan kurmak”

Kinizm ile hedonizm arasındaki uzun çizginin bir noktasında, daha ele gelir, “olan” ile “olması arzulanan”ın dengesini sağlamayı başarabilmiş, daha “evcil” bir ütopya kurmak mümkün müdür? Evcilliği burada “verili dünya ile uzlaşmış” anlamında değil; bir kaymaya uğratarak, belki de yersiz bir şekilde, “olan’ı [kısmen] içinden dönüştürmeyi strateji edinmiş” anlamında öneriyorum. Ütopyanın bizi salt bir “umut”a değil, aynı zamanda öfkenin yıkıcı başkaldırısını yapıcı bir başkaldırı girişimine dönüştüren bir “sükunet”e de taşıması gerektiğini düşünüyorum.

Ütopya ne salt edebiyat, ne salt felsefe, ne de salt siyasanın çocuğudur; gelgelelim ebe, daima toplumsal makro krizler değil midir? Kuşatıcı, ağır sorunlar manzumesinin bunalımı ve bunaltısında doğar ütopya, durup dururken değil. Ne ki “altın” bir “çağ” hiçbir zaman olmayacaktır; bence bugün bu anlaşılmıştır. Lineer ve aşamalı bir gelişme varsayımı/kurgusu, gereğinden uzun sürmüş bir kuruntudan ibarettir. Doğanın gücünden yararlanmayı ve onu dönüştürmeyi becermede ustalık edinmiş insanoğlu, ne yazık ki bunu hiçbir bağlayıcı vicdani kısıtla kendini dizginlemeden gerçekleştiriyor. Kozmik hakikatin bağrına insan “gerçeği” gözalıcı, ışıltılı ama bir o kadar da ölümcül bir hançer gibi saplanmış durumda –hem de bence başından beri. Yine de şöyle düşünmek bizi bir ölçüde ferahlatıyor ve masumiyet bulaştırıyor üzerimize bir nebze: “Farkındayız bunun, canavar biziz ama kurban da biziz. Kurtarılacak ve kurtaracak biziz.”

“Olan’ı [kısmen] içinden dönüştürmeyi strateji edinmek” derken büyük ölçüde bunu kastediyorum. Geniş ya da üst çerçevede böylesine bir çıkış noktası, dar ya da alt çerçevede verili ve sistemik maddi (uygarlıksal) ve manevi (kültürel) gerçekliği, tahayyül edilen bir kurmaca-gerçekliğe dönüştürmek isterken bizim işimize yarayabilir. İmkansızı hedeflemek, ancak “imkan” parametresini bir kavramsal araç olarak kullanma temelinde sözkonusu olabilir. “İmkan” ise ortada: İnsani naturanın dizginsizliği ve vicdani denetimsizliği üzerinde yükselmiş tarihsel toplumsal formasyonlar pratiği. Bu pratiğin sakatladığı ruhlarımızı –kısmen de olsa- özgürlüğe ve esenliğe kavuşturacak olan, onu eleştirebilme farkındalığını ve bu bilinç halinin bahşedeceği gücü içsel kılabilmektir imkansızı istemek aslında belki de. Cenneti bu dünyada kuramasak bile onu öngörmek, tahayyül ve tasavvur etmek, onu düşünsel ve duygusal evrenimizde simüle etmek, belki de ütopyayı kurmadan kurmak demektir.

Olan’ın dışından ona meydan okuyamayız, okuyamıyoruz da zaten; çünkü olan’ın dışında değiliz; bu, varsayımsal bir konumlamadır. Gerçi bir zihin jimnastiği olarak deneyebiliriz, bütün mevcut ütopyalar bunu yapmıştır ve “insan”lığımızı hatırlamada bize sonsuz zihinsel açılımlar da sağlamıştır. Gövdemizle içinde olduğumuz olan’dan kafamızı belki dışarı çıkarabilir ve kafamızın dışarıdan gördüğü imkansızı gövdemizin içinde yeraldığı olan’ın imkanı içinde kurmayı öngörebiliriz.

(Okurun dikkatine: Bu metin, edebi kurmacadaki gibi bir tür “otomatik-yazı”dır. Muhtemel maluliyetinin hoşgörülmesi dileğiyle.)

Müzikallerdeki ütopik ögeler

Müzikalleri sever misiniz? Tabii bundan önce sormam gereken, “sinemayı, tiyatroyu, müziği sever misiniz” olmalı ama onu sormuyorum; aranızdan “hayır, sevmem” diyenlerin hiç çıkmayacağını tahmin ettiğim için. Dolayısıyla müzikallere olan ilginize ilişkin de bir umut var demektir bu durumda.

Ben severim. Hepsini. Sevmek ne kelime; mesela sinema sanatının en büyüleyici sanat olduğu fikri, benim sinemayla yaşadığım aşk halinin aynı anda hem nedeni, hem sonucudur. Müzikale gelince; ona sanatlararası bir arakesit olarak ilgi duyarım daha ziyade.

Tesadüfen girdiğim bir sitede müzikallerle ütopya arasında ilinti kuran bir yazıyla karşı karşıya gelince, bu konuya dikkat çekmemin ve sizlerden yardım istememin gerekli olduğu kanısına vardım. Bu vesileyle şunu söyleyeyim: U-topos, okurlarıyla birlikte geliştirmek istediğim bir blog. Hatta sahibinden çok okurlarının benimseyip sahip çıkmasını arzuladığım bir platform. Sizlerden her zaman ilgi, destek ve yardım bekleyeceğim. “Ütopya”yı çok önemsiyorum ben çünkü. İnsanlığımızı unutmamak için bu kavrama her zaman ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Egemenlerin baskısından, tahakkümünden, ruhlarımızda ve zihinlerimizde açtığı yaranın bütün benliğimizi ele geçirecek bir çürümeye yol açmasından bizi olabildiğince korumada ya da uzak tutmada ütopyanın etkili bir araç, belki de bir cansimidi olduğunu düşünüyorum. Çok mu abartıyorum bilmem, ama öyle de olsa, bizi bu konuda birazcık düşündürürse bile bu bana yeter.

Gelelim alıntımıza… Yazıda adı geçen Dyer hangi Dyer’dir, bir türlü çıkaramadım. Bilen varsa lütfen bizi aydınlatsın. Okumak isterseniz yazının aslı buradadır. Zahide Petekbaşı yazmış.

***

“(…) Eğlence genellikle küçümsense bile, tarih boyunca farklı kültürlere ve sınıflara bağlı olarak, çok farklı eğlenci biçimlerinin ortaya çıktığı da ortadadır. Dyer‘e göre eğlence, ütopyacı duyarlıktır. Can alıcı nokta, ütopik dünya modelleri sunmasıdır. Yani eğlencenin meselesi hissettirmekle ilişkilidir. Dyer, merkezdeki bu ütopyacı duyarlığı müzikallerde beş başlık altında inceler. Bunlar enerji, yoğunluk, geçirgenlik, bolluk ve cemaattir. Dyer’in ütopyacı çözümlerine ilişkin modeli şöyle özetlenebilir:

1. Yoksunluk, yoksulluk ve zenginliğin eşitsiz dağılımı, müzikalde yerini bolluk ve eşitlik dağılımına bırakacak.
2. Yabancılaşmış emeğin, işin eziyet haline gelmesinin, kent yaşamının ortaya çıkardığı tükenmişliğin yerine, işin oyuna dönüşmesinin, kentin ütopikleşmesinin yarattığı enerji geçecek.
3. Araçsal, sürprizsiz, sıradan yaşamın sonucu olan kasvetin yerini etkin yaşamın, dramın ve heyecanın sağladığı ‘yoğunluk’ alacak.
4. Burjuva demokrasisi, reklamlar ve cinsiyet rollerinden kaynaklanan yönlendirilme yerini, kendiliğinden açık ve dürüst iletişimin yarattığı ‘geçirgenlik’e terk edecek.
5. Herkesin herşeyi resmi yollara bağlı kalarak kendi başına çözmesine dayanan yaşamın parçalılığı ise yerini ortak ilgileri, ortak mekanda ortak eylem içinde sergileyen cemaate bırakacaktır.

(…) Müzikallerde çatışmaların çözümü şiddete başvurulmadan gerçekleşmesi, herşeyin tatlıya bağlanmasıdır. Bunu başaran aşkın gücü, çalışma azmi ve gerektiği anda ortaya çıkan dayanışmadır. Müzikalin sonunda müziğin, dansın tüm cemaatin ve buna duygusal düzeyde katılan seyircilerinin hem filmin kendi dünyasındaki seyri hem de sinema salonundaki seyirci kaynaşmasıyla kapanır.”

İslam ve ütopya

Sevgili dostum Suat Bey’den bir ricada bulunmuştum: Acaba U-topos için, İslam ile ütopya arasında ilinti kuracak bir yazı yazabilir miydi? İsteğimi geri çevirmedi ve beni onurlandıran bir incelik göstererek, onca işinin gücünün arasında, sadece azıcık noktasına virgülüne dokunduğum bir yazı yazdı. Dostuma buradan da teşekkür ediyor ve bütün yazılarda olduğu gibi bu yazı için de ilgi ve katkılarınızı bekliyorum.

***

İslam nedir? En yalın anlatımıyla, bir hayat tasavvuru, varoluş sorusuna verilmiş en iddialı cevaptır.

İslam, müntesiplerine ahlaklı ve haysiyetli, ideal bir yaşam tavsiyesinde bulunur. Koyduğu ilkeler fıtrata uygun, insanların ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda gelişmeye açık, dinamik bir sistemdir. İslam bu dinamik sistem sayesinde sosyal değişimlere uyum sağlar, bunların birçoğuna da bizzat öncülük eder.

İslam’ın onca karalamaya rağmen halen dünyanın en hızlı yayılan dini olmasının ve karşılaştığı güçlü ideolojileri bile kolaylıkla bertaraf edişinin ardında, özünden kaynaklanan cazibesinin yanında bu da yatmaktadır. Son karşılaştığı ideoloji olan modernizm ile etkileşimi ve çatışması da devam etmektedir.

“Ütopya” kavramı ise TDK’ya göre “gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce”dir. Ütopya, tasarlayıcısı için bir ideal ya da karşı-ideali temsil eden, düşünsel ve tutarlı bir toplum tasarısı olarak görülebileceği gibi, kurgulanmış hayal olarak da anlamlandırılabilir.

İlk kez Thomas More (1516) tarafından ortaya atılmış olan bu sözcük, Yunanca “topos” (yer) sözcüğüne olumsuzluk öneki eklenmesiyle türetilmiştir. Ütopya, “hiçbir yerde” anlamına gelmektedir. Koyu bir katolik olan Thomas More, “Utopia” adlı eserinde, hiçbir yerde bulunmayan hayali bir ülkeyi betimlemektedir.*

Konumuz İslam ve ütopya olduğu için, bu yazıda ütopya kavramını İslami perspektiften değerlendireceğiz.

İslam, tabiatı itibarıyla aynı zamanda toplumsal bir proje olduğundan, bir ideal toplum temennisine sahiptir. Bu, ütopya kavramıyla anlatılmak istenen özlemin içini tam anlamıyla dolduran; zulmün olmadığı, adalet mekanizmasının işlediği, insanların barış içinde kardeşçe yaşadığı bir toplum öngörüsüdür: Mülkiyet hakkının mevcudiyetiyle birlikte sosyal dayanışmanın da had safhada olduğu, dolayısıyla kimsenin muhtaç durumda olmadığı, ideal, mutmain ve müreffeh bir toplum.

İslam bu toplum modelini idealize etmekle beraber insanın zaaflarını, hırslarını, sonu gelmez arzu ve isteklerini gözardı etmez. Kur’an sık sık insanın zayıf yaratıldığını, hevasının peşinden gittiğini, arzularına engel olamadığını, fıtraten temiz ve eşref-i mahlukat olarak yaratılmasına rağmen esfel-i sefiliyne düşmek gibi bir tercih hakkının da bulunduğunu belirtir.

Varoluşun amacına “imtihan” cevabını veren İslam, ideal olanın ne olduğunu tavsiye etmekle yetinir ve bu ideali gerçekleştirmeyi yine insana bırakır. Vaadi ise bireysel bazda ve dünya hayatında huzurlu bir yaşam, nihai anlamda da ebedi mutluluktur.

Peki insan bu ütopyayı gerçekleştirebilir mi? Burada İslam çok ince bir çizgide durur ve teorik olarak kurguladığı bu yapıya insanların dünya üzerine kavuşamayacakları belirtir.

İnsanda bu ütopya özlemi nereden geliyor? İslamın varoluşa verdiği anlama göre, insan bu dünyaya “düşmüş”tür. Kur’an’da bir sembolizmayla anlatılan ve Yaratıcı’nın imtihan iradesini gerçekleştirmek için sebep olarak halkettiği bu sembolizma, bize insanın, yaptığı bir hatadan dolayı asli yurdundan yani cennetten dünyaya gönderildiğini işaret eder. Tabii bu, Hıristiyanlıktaki gibi yaşadıkça boynumuzda taşıyacağımız bir “ilk günah” değildir, çünkü Allah Hz. Adem’in tevbesini kabul etmiştir ve her insan masum olarak doğar.

İşte bozulmamış insan fıtratında sürekli iyiye, kemale doğru bir yöneliş olan özlem, ilk, asli yurduna, yani cennete olan özlemdir. Bütün bu açılardan düşünüldüğünde, kötülüğün ve hem maddesel hem de toplumsal entropinin varlığı bir realite olduğu için bu dünyada cennet mümkün değildir. Ütopya ise bir nevi bu dünyada cennet kurma hayalidir. Sınırlı bir insan ömrü, hastalıklar, çeşitli sıkıntılar, kötülük meselesi vb olsa da, bunlara tevekkül ile katlanmanın, hatta bu güçlüklerin üstesinden gelerek son derece huzurlu bir yaşam sürmenin yollarını gösteren İslam, insan için teorik olarak bir yokülke prototipi tasarlasa da insanın yine kendi zaaflarından dolayı bu yokülkeye dünya üzerinde hiçbir zaman ulaşamayacağını bilir. Kişinin bireysel bazda evini, ailesini bir cennet köşesine çevirmesi mümkündür, ama bunu tüm bir topluma yaymak ve toplumsal alanın bütününü eksiksiz bir cennete çevirmek mümkün değildir.

Ütopya olarak olmasa da ehven-i şer bir yaşanabilir toplum ortaya çıkarmak da yine bireysel çabalarımızla olacaktır. Bu uğurda verilecek mücadele son derece onurlu ve insani bir mücadeledir. Tepeden inme ideolojik dayatmaların yapılmadığı, kişi hak ve özgürlüklerinin bastırılmadığı, çoğulculuğun bir ilke olarak başlangıç noktası alındığı, özgür ve demokratik bir toplum, “yaşanabilir toplum”dur diyebiliriz.

Esasında hepimiz ütopyayı içimizde taşıyoruz. Bütün insan eseri ideolojiler, bize birer ütopya armağan etmiştir. Sosyalizm, kapitalizm ve nihayet modernizm. Felsefi akımlar değişir ama ütopyalar ölmez, bu düzlemde hiç gerçekleşmeyecek bile olsa insanın arayışı devam edecektir. Çünkü insan dünyaya “düşmüş”tür ve yönelişi kemale doğrudur.

U-topos, başka deyişle yokülke… İsmiyle müsemma! Bu dünyada böyle bir ülke yoktur.

Vahy-i İlahî’nin, İslam’ın vaadi, bu mücadeleden alnının akıyla çıkanlar için açıktır: Ütopyayı aşan gerçeğe; cennete, sonsuz mutluluğa ve Cemalullah’a kanat çırpmak.

Suat Öztürk

(*) http://www.bilgilik.com/makale/politika/gorusler_ve_doktrinler/utopya_odev.html

Bayat önerilerin dayanılmaz hafifliği mi, yoksa hayalgücü denizinde bir edebiyat adası mı?

Hafif.org’un yönlendirmesiyle “Isolated Life” adlı blogla karşılaştığımda şaşırdığımı söyleyemem. Çünkü oldukça bayat bir öneri bu, özgünlüğü yok. Yine de her defasında heyecanlandırıyor insanı doğrusu. Ama sonra “insanın doğası”nı aklınıza getirdiğinizde balon sönüveriyor. Şöyle diyelim: Evet, fikir fena değil, ancak bir şartla: Değil bir koloni, Cuma bile olmayacak!

Pekala! Şu siteyi ziyaret etmekte fayda var gibime geliyor. Ne dersin iç sesim? Yoksa bunları filan boşverip de, rahmetli yazar, eleştirmen, dilbilimci Akşit Göktürk’ün otuz küsur yıl önce yayımlanmış olan, sanırım Cem Yayınları’ndan çıkan baskısını okuduğum o güzelim kitabı Edebiyatta Ada”nın sayfaları arasına mı gömsem başımı? Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni baskısının arka kapak yazısı bile yeterince kışkırtıcı bir okuma çağrısı, bakın:

“İnsanoğlu yüzyıllardan beri mutluluk, dirlik düzenlik, ölümsüzlük, serüven, kaçış yönündeki özlemlerini çoğunlukla uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiş. Bu da yazın’ın en zengin kaynaklarından biri olmuş: Thomas More, Francis Bacon, Daniel Defoe, Jonathan Swift, Aldous Huxley, William Golding ve daha nice yazarın yapıtlarında, insan-dünya ilişkisi, düşsel adalar aracılığıyla yansıtılmış.

Düşgücünün buluşları ya da bilincin çağrışımları ile yoğun anlamlar kazanan adalar, bazen mutlu bir yalnızlığın mekanı, örnek bir toplumun toprağı; bazen tehlikelerle ve gizemlerle dolu tekinsiz yerler; bazen de büyük serüvenlerin, sıkıntıların, iç çatışmaların yaşandığı ıssız ve uzak diyarlar.”

Duydunuz zilin sesini. Kaldırın kitaptan başınızı. Uyanık potansiyel önderimizin sözlerine kulak verelim şimdi. Yazıyı okuma süresince içimiz gıdıklansın. Sonra şu boktan hayatlarımıza geri döneriz, dönmek istemesek bile nasılsa döndürülürüz. Buyrun, buradan:

***

THIS IS A SERIOUS OFFER

Are you a working person 09:00 to 18:00?
Didn’t you got sick of working?

How long do you think you can work like this?

Do you believe in power of DESIRE?

Don’t you want a commune life, working for your own COMFORT?

LET’S MAKE A DREAM COME THROUGH BROTHERS AND SISTERS!!!

Belive me, it is not that hard. The main idea is, we will unite our sources and goodwill. After we got enough people and money, we will buy an island. Sounds like a dream right?

My Friends, do not underestimate power of desire. If we really want something, we can make it come through!! HELL YEAH WE CAN!!!!!!!!!!

A SIMPLE PLAN

Yeah plan is so tight and simple.

First we need to reach as much as people, who is sharing the same ideology. F*ck the idiots, who would like to live their prisoner lives. We will be the kings and queens of our lives my friends. Just believe…

1. WRITE THIS SITE’S ADDRESS AT YOU MSN’s PERSONAL MESSAGE AREA.
2. GO TO SUPPORT PAGE AND SIGN GUESTBOOK WITH YOUR REAL NAME AND SURNAMES.

3. AFTER WE GOT ENOUGH PEOPLE AND GOT ENOUGH RESOURCES WE WILL BUY ONE OF THESE ISLANDS AND MOVE THERE AND LIVE HAPPILY EVER AFTER.

(Please don’t share any email addresses or etc. this site is not purposed to collect emails for spamming. Later if I saw that our number is enough to create OUR WORLD, than this organisation will officially start to work. Yes I only want your sincere feelings about the idea!!!)

« Older entries